menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

(Seçtiklerimiz) Yaygın yanılgılar, cinai ayrımlar ve sadist popülizm

9 0
11.04.2025

Sokakta yaşayan köpeklere açılan savaşın yeni bir safhasındayız. Erdoğan “gelişmiş hiçbir ülkede olmayan başıboş köpek sorunumuz var” diye buyuruyor, dört bakanlık el ele verip bir yasa taslağı hazırlıyor, barınaklarda sahiplenilmeyen köpeklerin bir süre sonra “uyutulmasını” esas alan “İngiliz modeli” gündeme getiriliyor. Basında ve sosyal medya mecralarında iştahla katliam çağrıları yapılıyor. Sokak köpeklerine dönük yeni bir toplama ve itlaf seferberliği göstere göstere pişiriliyor. Sokak hayvanlarına karşı yürütülen ve geçmiş günahları hayli kalabalık olan bu savaşın arka planına, onun hem bugününe hem de mazisine bakarak odaklanıyoruz…

Sokağa ağızlıksız, bağsız, numarasız ve sahipsiz köpek çıkarılmayacak, köpekler bahçelerde de bağlı bulunacaktır. Başıboş köpekler öldürülecektir.” Falih Rıfkı Atay, 28 Mart 1936’da Ulus gazetesindeki köşe yazısında, İstanbul belediyesinin birkaç gün önce basına verdiği ve yukarıdaki satırları ihtiva eden ilanı ele alır. Atay belediyenin kararını desteklese de “sokak köpeği devrinden ev köpeği devrine henüz geçemedik” diye hayıflanır.[1]

Falih Rıfkı’nın üzülerek andığı bu başarısızlığın, yani köpeklerin II. Mahmut devrinden Hayırsızada sürgününe, sonra da Cumhuriyet dönemindeki onca itlaf girişimine karşın İstanbul sokaklarından temizlenememesinin en önemli nedeni, halkın gösterdiği kimi zaman pasif, kimi zaman da aktif direniştir.

Direniş tabiri abartı sanılmasın. Mesela Vakit gazetesi, 21 Ocak 1930 tarihli, “Kuduzun çoğalmasında amil şehir halkı mı?” başlığını taşıyan haberde, belediyenin sokak köpeklerinin öldürülmesiyle görevlendirdiği memurların sıklıkla şehir ahalisinin sözlü taciz ve fiziki saldırılarına maruz kaldığını bildirir. Gazetenin aktardığı saldırı vakalarından biri şöyle cereyan eder:

Beşiktaş’ta bir yerde 17 köpek saklanıldığı haber alınmış, Temizleme Müdürlüğü memurlarından Mehmet Efendi bu köpekleri bulup öldürmek için o mahalle gitmiş, fakat orada şiddetli bir mümaneatla karşılaşmıştır. Mehmet Efendi vazifesini yapmakta ısrar edince orada hazır bulunanlarca dövülmüş, hatta bir eczacı tarafından dişi kırılmıştır.

AKP-MHP iktidarı, sokakları hayvanlardan temizlemeye dönük girişimleri her seferinde akamete uğratmış fiili direniş geleneğinin elbette farkında. Bu nedenle de toplumu iki keskin seçenek arasında kutuplaştırırken “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” taktiğine başvuruyor.

Şehrin çeşitli semtlerinden benzer hadiseleri aktaran gazetenin haberi, Emanet Temizleme İşleri Müdürü Mehmet Ali Bey’in beyanatıyla son bulur: “Halk eğer köpekleri böyle saklar, öldürülmelerine mani olursa biz ne yapalım? Sokak köpeklerinin büsbütün ortadan kalkması için halkın bize yardım etmesi lâzımdır.

Falih Rıfkı’nın serzenişinden çok sonraları dahi İstanbul ahalisi birlikte yaşadıkları köpeklerin zehirlenmesine, toplatılmasına bir türlü razı olmayacaktır. Takvimler 23 Ağustos 1952’yi gösterdiğinde, Kadıköy, Şişli ve Kasımpaşa mahalleleri sakinlerinin sokaklarında yaşayan kedi-köpeklerin belediye tarafından toplanmasına nasıl itiraz ettiği, Milliyet sayfalarına “İstanbul’da köpek avı” başlığıyla yansır. Baş sayfada yer alan tanıtımda “İstanbul gazeteleri ilk meşrutiyetten beri sokak köpekleriyle uğraşıp duruyorlar. Çomarlarla belediyenin ilk savaşı köpeklerin toptan Hayırsızada’ya sürülmesiyle başlamıştı. Bu savaş hâlâ devam ediyor” denir.

Ümit Deniz imzasıyla yayımlanan röportaj haberde, okurlar köpek avına çıkmış zabıtaların “en sakin” günlerinden birine ve “İstanbul’un her semtinde ve haftada en az birkaç defa işitilen muhaverelere” tanık olur.

Gazetecinin “Nedense İstanbul’da kedi, köpek hayatı insan hayatından daha kıymetlidir. Neden bu böyledir? Bilmiyoruz” sözlerindeki küçümseyici ironiyi ilerleyen satırlarda da sürdürdüğü röportajda, belediyelerin temizlik işleri memurlarının görüşleri de alınır. Şişli’deki itlafı yöneten görevlinin günü, köpeklerin sokaklara dağıtılan zehirli köfteleri yiyip ölmesini beklerken demeç verdiği sırada mahalleli bir genç tarafından yediği dayak neticesinde karakolda biter.

Muktedirler açısından alt sınıfların yaşam koşullarında bir gelişme gündeme getirilemiyorsa, yapılabilecek şey egemen sınıflara yöneltilebilecek öfkeyi başka bir kanala yönlendirmek. Buna göre, “aşağıdakiler” için tehdit olarak yaftalanan bir grubun acı çekmesinde pay sahibi olmak maddi varoluşun neden olduğu acıyı tersinden telafi etmeye başlar.

Kasımpaşa’daki ekip ise katliam işini sağlama almak için polisle birlikte ava çıkar, “çünkü köpek sevgisiyle efzun olan halkımız, alimallah gözünün yaşına bakmadan, zavallı temizlik ekiplerini pataklayıveriyorlar”. Büyük caddelerden mahalle aralarına girildiğinde halkın tepkisi daha da yoğunlaşır, her pencereden, her kapıdan başlar uzanır, herkes tanıdığı bir hayvanı saklamanın peşine düşer.

Bu sırada, “Kasımpaşa’ya mahsus, kırmızı kuşaklı, duglas bıyıklı bir genç” görevlilere veryansın eden bir kadına seslenir: “Aldırma abla! Her kedinin yedi sene seyyiesini çekecekler. Cehennemde yanacaklar. Öteki dünyada hesap verecekler.” Görevlilerin ve gazetecinin bir türlü anlam veremediği bu öfke istisnai değildir: “Hangi sokağa girsek, aynı müşterek ses ve aynı ahenkle karşılaşıyoruz. Sanki iyi terbiye edilmiş muazzam bir kadın korosu ile karşı karşıyayız.

Sokak köpeklerinin katlini bir kez daha gündeme getiren AKP-MHP iktidarı, sokakları hayvanlardan temizlemeye dönük girişimleri her seferinde akamete uğratmış, bu adı konmamış fiili direniş geleneğinin elbette farkında. Bu nedenle de aslında şerbetli olmamız gereken bir meseleyi en uç argümanlarla öne sürerek toplumu iki keskin seçenek arasında kutuplaştırırken kamuoyundaki tepkilerin ortalamasını almaya çalıştığı “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” taktiğine başvuruyor. Tartışmayı sokakta yaşayan köpeklerin uyutulması argümanıyla açarak “makbul olan-olmayan köpek” ayrımı yapılması ve köpeklerin sokaklardan toplatılıp kapatılması etrafında bir uzlaşı sağlamayı hedefliyor. Sokakta yaşayan köpeklerin nasıl “makbul olmayan köpek” statüsüne sokulduğunu birazdan ele alacağız. Ancak önce iktidarın sokak köpekleri başlığını açmasının arka planına kısaca bakalım.

Negatif popülizm

Dünyada aşırı sağ argümanların ana akımlaşmasının merkezinde özellikle göçmen ve LGBTİ düşmanlığı yer alırken, Türkiye’deki otoriter rejimin nefret listesinde köpekler de var. Geçen yüzyıllarda sokaklarını toplu katliamlarla hayvanlardan büyük ölçüde “temizleyen” Avrupa’da sokak hayvanları düşmanlığı etrafında bir “güvenlik kaygısı” inşa etmeye gerek olmayabilir. Ancak bizde sokak köpekleri bu açıdan iktidara oldukça elverişli bir malzeme sunuyor.

Aslında köpeklerin katlinin kamusal bir tartışmanın konusu haline gelmesi, toplumsal yükselme ve refah vaadinin tam anlamıyla bir hayal halini aldığı geç neoliberal devre özgü bir “sadist popülizm” örneği sayılabilir. Söz konusu olan, alt sınıfların gündelik sıkıntılarını bir nebze olsun telafi edebilecek, yoksulluğu yönetilir kılacak maddi vaatlere dayanan bir popülizm değil, hedef seçilen bir grubun (göçmenler, LGBTİ ’lar ya da köpekler) ezilmesine, sindirilmesine doğrudan ya da dolaylı olarak iştirak etmenin yarattığı tatmini ve suçlu zevki (guilty pleasure) hedefleyen bir negatif popülizm.

Köpeklerin sokaklardan tasfiyesi, garpta da, şarkta da daima kapitalist üretim ve dolaşım ilişkilerinin şekillendirdiği kentsel mekânda köpeklerin bir fazlalık, bir tehdit sayılmasıyla alâkalıydı. Günümüzde de yoksulların, transların veya köpeklerin kent merkezlerinden itilmesi/temizlenmesi, aynı kapitalist kentleşme saldırganlığının bir tezahürü.

Hedeflenen, yabancı ve tehlikeli olarak damgalanan bir gruba dönük nefret duygusunun kendini serbestçe ifade edebilmesinin önünün açılmasının getirdiği tatmin. Böylece muktedirlerin hâkimiyetinin aşağı sınıflara yayıldığı, onlara bu hâkimiyetten pay sağlandığı yanılsaması yaratılıyor, dolayısıyla da şiddet çağrısı bir güçlenme deneyimi olarak yaşanıyor.

Neil Davidson’ın ifade ettiği üzere: “Artık önemli olan maddi koşullarda marjinal –ya da o kadar da marjinal olmayan– kimi farklılıkların muhafazası değildir. Belirleyici olan yabancı, ‘öteki’ ya da açıklanamaz ekonomik gerilemenin veya arzu edilmeyen kültürel değişimin farazi sorumlusu olarak tanımlanabilecek gruplara karşı nefret duygularının serbest kalmasının izin verilmesinin yarattığı duygusal tatmindir.[2]

Muktedirler açısından alt sınıfların maddi yaşam koşullarında anlamlı bir gelişme gündeme getirilemiyorsa, yapılabilecek şey giderek kötüleşen bu maddi koşulların ister istemez kışkırttığı ve egemen sınıflara yöneltilebilecek tatminsizlik ve öfkeyi başka bir kanala yönlendirmektir. Buna göre, “aşağıdakiler” için tehdit olarak yaftalanan bir grubun acı çekmesini izlemek, hatta o acı çektirme eyleminde pay sahibi olmak maddi varoluşun neden olduğu acıyı tersinden telafi etmeye başlar. Böylece, acının yönetilmesi ve dağıtılması başat yönetme tekniği halini alır. Bu bakımdan sokak köpeklerinin “uyutulması” tartışması iktidarın gündem saptırmaya, seçim başarısızlığını unutturmaya dönük bir hamlesi değil, son yıllarda küresel çapta sağın daha da sağa doğru radikalleşmesiyle birlikte, farklı formlarda gördüğümüz bir kriz yönetme girişimidir.

Muasır medeniyet

Ana akımda olası köpek katliamını meşrulaştırmak için “Batı ülkelerinin sokaklarında bir tane bile köpek göremezsiniz” diyerek katliam tarihinden övgüyle söz ediliyor. Çeşitli Avrupa ülkelerinin vatandaşlarına Türkiye’ye seyahat ederken kuduz aşısı yaptırmalarını veya köpeklerden uzak durmalarını tavsiye ettiğine dair haberlerle bir teyakkuz atmosferi yaratılarak turizm sektörünün nasıl yara alacağından dem vuruluyor.

Oysa adı zikredilen ülkelerden rastgele seçtiğimiz Fransa’nın dışişleri bakanlığının Finlandiya’ya seyahat edecek vatandaşlarına da aynı tavsiyeleri standart olarak salık vermesi[3] bir yana, sokakların köpeksizleştirilmesi için “medeni Batı’nın” kerteriz alınması hiç de yeni değil.

Sokakta yaşayan köpekler hakkında en popüler yanılgı, onları “sahipsiz kalmış” hayvanlar olarak düşünmek. Bu yaygın yanlışa göre, sokakta “başıboş” yaşamak durumunda kalan köpekler düzeltilmesi gereken birer anomaliden ibarettir. Bu nedenle köpeklerin “sahiplendirilmesi”, sokaklardan “kurtarılması” temel bir hedef olarak belirlenmiştir.

Sokakları hayvansızlaştırılmış Avrupa’dan geçen yüzyılın başında İstanbul’a gelen seyyahlar, şehirdeki köpeklerin varlığını “Doğu’nun ilkelliğine” yorarken kapitalist modernleşme peşindeki siyasi iktidarın çözümü Hayırsızada Katliamı olarak anılan ve on binlerce köpeğin öldürüldüğü kıyımı gerçekleştirmek olur. Biraz daha yakın bir tarihte, 1996’da, İstanbul’daki Birleşmiş Milletler Habitat Zirvesi sürecinde de Avrupalı ziyaretçiler ve kuduz riski gerekçe gösterilerek binlerce köpek zehirlenir.

Kuşkusuz bu katliamların motivasyonu sadece imajdan ibaret değildi. Mesele hiçbir zaman Frenk mukallitliğinden, yani Batı’ya öykünmekten ibaret olmadı. Köpeklerin sokaklardan tasfiyesi, garpta da, şarkta da daima kapitalist üretim ve dolaşım ilişkilerinin şekillendirdiği kentsel mekânda köpeklerin bir fazlalık, bir tehdit sayılmasıyla alâkalıydı. Günümüzde de yoksulların, transların veya köpeklerin kent merkezlerinden itilmesi/temizlenmesi, aynı kapitalist kentleşme saldırganlığının bir tezahürü.

“Başıboş köpek sorunu” ya da köpek nüfus yönetimi

İnşa edilen “başıboş köpek sorunu” histerisinin öncelikli iddialarından biri, köpek nüfusunun fazlalığı. Eşzamanlı olarak başka bir nüfus “problemi” daha tartıştırılıyor, ama bu kez sorun olarak görülen şey nüfusun azalacak olması. Türkiye nüfusunun yaşlanması ve nüfus artış hızının düşmesi, geçenlerde Erdoğan tarafından “varoluşsal felâket” olarak tanımlandı.

Yakın zamanda yayımlanan “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi: Vizyon Belgesi ve Eylem Planı”nda görüldüğü gibi, iktidar ve sermaye için bu “varoluşsal felâket”ten kaçmanın yolu, aileci politikaların yoğunlaştırılması. Bir yandan nüfus artışı için kadınlara yönelik baskıyı ve şiddeti artıracak uygulamaları, diğer yandan da nüfusun azaltılması için köpeklerin katledilmesini aynı anda tartışıyor olmamız içinde bulunduğumuz zamanın ruhunun ele veriyor.

Bugün köpek dendiğinde çoğu insanın aklına evde, insanların neredeyse mutlak denetimi altında yaşayan ve birçoğu da “cins” olan “pet” köpekler geliyor. Böylece, aslında dünyadaki köpek nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan başıboş ya da sahipsiz köpekler adeta düzeltilmesi, bir biçimde elimine edilmesi gereken bir arıza addediliyor.

Peki, sokak köpeklerinin nüfusu neden bir sorun? Köpeklerin nüfusu neye göre, kime göre fazla? Serbest dolaşan köpek popülasyonunun bir sorun olarak görülmesi gerektiği konusunda neredeyse bir konsensüs var. İktidarın düşmanlaştırıcı tehlike anlatısını benimsemeyenler için bile bunun bir sorun olarak değerlendirilmesinin temelinde yatan şeylerden biri, köpeklerin sokakta yaşamasının mutlak biçimde kötü olduğuna dair yanılgı. Üstelik, 4 milyondan 10 milyona değişen, tutarsız ve şaibeli şekilde ifade edilen nüfus sayısının “fazlalığının” nedeni, ölçütünün insan olması.

Bugün katliam........

© marksist.org