Bir ölçü olarak diploma
18. yüzyıldan itibaren Batı’da Aydınlanma düşüncesi, insan aklını mutlak bir otorite olarak yüceltti. Kültür, gelenek ve din, toplumsal hayattan birer birer çekilirken eğitim de bu sekülerleşmenin en açık biçimde hissedildiği alan oldu. Artık hayatın merkezinde ilahi bir ölçü değil, insan aklının sınırları bulunuyordu. Bu dönüşüm, eğitim anlayışına da yansıdı: teori ile eylem arasındaki bağ koptu. Eğitimciler yüksek idealler ortaya koydu, ancak bu idealler gündelik hayata taşınamadı. Böylece Batı’da “söylenen başka ama yaşanan başka” bir eğitim felsefesi ortaya çıktı.
Bu kopuşun en tipik örneklerinden biri Jean-Jacques Rousseau’dur. “İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur.” diyen Rousseau, Emile adlı eserinde doğal eğitimin önemini savundu. Ona göre çocuk, yapay toplumsal kalıplardan uzak, doğanın saf sesiyle yetiştirilmeliydi. Anne, çocuğun ilk öğretmeni; doğa ise en büyük hocasıydı. Ne var ki Rousseau, bu idealleri kaleme aldığı yıllarda kendi beş çocuğunu doğar doğmaz yetimhaneye bırakmıştı. Özgürlüğün ve doğal eğitimin ateşli savunucusu, kendi evlatlarının sesine hiç kulak vermemişti.
Benzer bir çelişki, modern pedagojinin öncülerinden Maria Montessori’de de görülür. Montessori, “çocuğa saygı” ve “gelişim dönemlerine uygun eğitim” ilkelerini merkeze alarak, bireysel farklılıklara duyarlı bir sistem........
© Maarifin Sesi
