Sûfî Düşüncesinde Bir Yaşam Biçimi Olarak İyilik
“Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelür.”
Yunus Emre
İmkanların artarak ihtirası körüklediği bir süreç ve vasatta, çıkar odaklı yaklaşımları merkeze alan ilkel dürtülerle iyi veya kötü şeklinde kolayca yargılarda bulunmak günümüzde oldukça yaygınlaşmaya başladı. Bencil ve basit bir yaklaşımın ifadesi ve çoğu zaman da yanlış olan bu yargılar, doğru anlamaya engel olmakta, anlamı daraltmakta, hakikati ortaya çıkarabilecek soruları ve düşünmeyi öldürmekte veya en azından ötelemektedir. Bu husus, bütün alanlarda geçerli olmakla birlikte iyi ve kötü gibi külli bir boyutu bulunan ve ahlak zemininde ele alınması gereken metafizik uzamlı kavramları ontolojisinden uzaklaştırmaktadır. Bu durumda, iyi genellikle bireysel faydayı, kötü ise zararı ifade eden bir indirgemeye maruz kalarak özünü ve ilkesini kaybedip subjektif tanımlara göre kıymetlenmektedir. Bu kıymetlendirme, Kur’an tabiriyle “zalim”, “cahil” ve “aceleci” olan insan tipolojisinin, maddi bir kritere sığmayacak sonsuz ve sınırsız ahiret faydasını ve zararını bir kenara koyarak, varlık ve dünya ile ilişkisini günlük ve bireysel faydaya indirgemesinin sonucudur. Aslında bu faydacı yaklaşım, insanın yeryüzü serüveniyle başlamış kaçınılmaz bir gerçeklik olmakla birlikte, modern dünyada daha çok görünür hale gelip, gerçek iyiliği en azından daha az görünür hale getirmeye başlamıştır. İşte bu sebeple temel ilke olan iyilik ve iyiliğin bulunmama hali olan kötülüğü yeniden ele almak, sınırlarını ve anlam çerçevesini yeniden düşünmek ve belki de daha önemlisi, iyileri ve iyiliği yeniden daha görünür hale getirmek modern insan için yapılabilecek en büyük iyilik olacaktır. Bu makalede, özellikle sûfilerin iyilik algısı, iyiliği daimî bir ahlaka dönüştürmek için “kem âlât ile kemâlât olmaz” ilkesinden hareketle “önce iyileşmek gerekir” diyerek nefs kaynaklı kötülüklerle mücadele etmeyi ve mutlak iyi olan Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmayı hayatın gayesi olarak belirleyen ve nihayet yaşatmayı yaşamaya tercih eden iyilik çerçeveli insan ve varlık tasavvurlarına kısaca temas edilmeye çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: İyilik, sufîlik, seyr u sülük, insan-ı kâmil, isâr.
In a process where opportunities are increasingly fueling ambition, and in a mediocre world, primitive impulses centered on self-interested approaches, making easy judgments about good and bad has become quite common. These judgments, often inaccurate and reflective of a selfish and simplistic approach, hinder accurate understanding, narrow meaning, and stifle or at least postpone questions and reflection that could reveal truth. While this applies to all fields, it also removes from the ontology of metaphysical concepts like good and evil, which possess a universal dimension and must be considered within the framework of morality. In this case, good is generally reduced to individual benefit, while evil is harm, losing its essence and principle and being valued according to subjective definitions. This valuation is the result of the human typology—in the Quranic terms “cruel,” “ignorant,” and “impetuous”—disregarding the infinite and limitless benefits and harms of the afterlife, which cannot be fit by material criteria, and reducing one’s relationship with existence and the world to daily and individual benefit. While this utilitarian approach is, in fact, an inevitable reality that began with humanity’s earthly journey, it has become more visible in the modern world, at least making true goodness less visible. Therefore, reconsidering evil, the fundamental principle of goodness and the absence of goodness, rethinking its limits and framework of meaning, and perhaps more importantly, making goodness and goodness more visible again, would be the greatest good that can be done for modern humanity. This article attempts to briefly examine the Sufis’ perception of goodness, particularly their understanding of humanity and existence, which, based on the principle that “perfection cannot be achieved through perfect qualities” in order to transform goodness into a permanent morality, defines the struggle against evils originating from the soul as “first one must heal,” and to attain morality in accordance with the morality of God, the absolute good, as the purpose of life. Ultimately, they prioritize giving life over living.
Key Words: Goodness, sufism, seyr u sülük (the path of the soul), perfect human being, isâr.
İslam düşüncesinde iyi ve iyilik genel olarak hayır ve ihsan kavramlarıyla ifade edilir. Hayır kelimesi bizatihi iyilik anlamına geldiği gibi iyilik yapmak anlamına da gelmektedir. (Çağrıcı, 1998, 43) İhsan ise öncelikle güzel olmak anlamına gelirken, başkasına iyilik yapmak ve bu işi güzel şekilde yapmak anlamına da gelir.(Çağrıcı, 2000, 544)Görülmektedir ki iyilik anlamında kullanılan her iki kavram da bir hal olarak hem iyi olmak hem de iyilik yapmak anlamlarına gelmektedir. Bu da bize gerçek manadaki iyi olmanın zorunlu olarak iyilik yapmayı doğurduğunu bir başka deyişle gerçekten iyi olan insanların doğal şekilde iyilik eylemi içinde bulunacaklarını anlatmaktadır. Sufi düşüncesinde de bu kavramsal anlam dizinine uygun olarak “gerçek iyilik” yapmak için “önce iyi olmak” fikri, pratik ahlak açısından önemli bir yer tutmuştur. İyilik kavramı yukarda da işaret edildiği üzere genellikle güzellik ve doğruluk kavramlarıyla beraber düşünülmüş, farklılıklar bulunsa da bazen aynı anlamda da kullanılmıştır. Ancak iyilik daha ziyade ahlakî bir çerçevede, doğruluk bilgi alanında, güzellik ise estetik kapsamında kullanılmıştır. Bunlar içerisinde güzel kavramı, iyi ve doğru olanı içkin olarak görülmüştür.
Tarihi gelişimi itibariyle öncelikle bir yaşam tarzı olarak ortaya çıkan sûfilik, iyilik bilgisini eyleme dökme hali ve yolculuğudur. Burada iyiliğin bilişsel boyutu büyük önem arz ederken, içe ve dışa dönük yönüyle bir iyilik hâlinin bulunması daha önemlidir. Bu bağlamda sûfiler için gerek “iyi niyet” kavramı çerçevesinde iyiliği bir iç değer olarak görmek gerekse iyiliği bir yaşam tarzı olarak söz ve eyleme dönüştürmek temel esastır. Bu ise ahlakı önceleyen bir yaşam sürmek anlamına gelmektedir. Sufilerin tasavvufu baştan sona edep yahut ahlak olarak tanımlamaları da bu kabulün bir ifadesidir. Aslında niyet ve eylem ayrılmaz bir bütünün hem ardışık hem de eş zamanlı iki boyutudur. Bazen niyet eyleme dönüşme imkânı bulamasa bile bir iyilik halidir. Eylem ise iyi niyetle birlikte değerli hale gelmekte ve “değerli eyleme” dönüşmektedir. Eylemi değerli kılan, niyetteki beklentisizlik ve bir başkasının gereksiniminin giderilmesinin gerekliliğini görerek bunu gidermektir. Bu ise çoğunlukla metafizik uzamı olan değerlere ve bu değerlerin bilgisine sahip olmakla mümkün hale gelmektedir. Bir başka deyişle yasal zorunluluktan ziyade bir gaye için yaratılmış seçkin bir varlık olarak insan olmanın sorumluluğunu ve müslüman olmanın mahiyetini kavramak ve taşımakla gerçekleşmektedir. Belirli bir yasal zorunlulukla da iyilik yapılabilir ama bu, çoğunlukla bir ödevin ifasıdır. İyiliğin ontolojisi ise zorunluluğun getirdiği sorumluluğu aşan ahlaki bir iç tavırdır. Bu sebeple sûfiler için iyiliğin eylem olarak kriteri, muhatapta bitmesidir. Muhatapta bitmeyen bir iyilik, iyilik yapılandan bir beklenti içerebilmektedir ki bu durum iyiliğin içkin anlamıyla çelişmektedir.
Sufiler için yapılması gereken öncelikli eylem, iyi olmaktır. Bu doğrultuda varılması gereken ahlaki gaye ifade edilirken “insan-ı kâmil” tasavvurundan bahsedilir. İnsan-ı kâmil, kendisinde kötülüklerin kaynağı ve aynı zamanda semptomu olan manevî hastalıklarını tedavi etmiş yani iyileşmiş ve iyiliğin sembolü haline gelmiş kişidir. Onun kemâlinin zahirî plandaki göstergesi, yalnız Allah’a karşı kulluktaki hassasiyeti değil, ahlaki çerçevede dışa yansıyan iyilikleridir. Örneğin sûfilik yolunun başındaki kişinin ödevi kimseyi incitmemek iken, yolun sonuna gelmiş ve kemâle ermiş kimsenin hâli incinmemektir. İncinmeyi, kemâlde bir noksanlık olarak görmektir.[1]
İnsan-ı kâmil kavramıyla sembolize edilen iyi olma ve iyilik yapma haline erişebilmek için sûfiler, kendilerine mahsus eğitim süreci olan seyr u sülûk aşamasında bireysel ve toplu yapılan zikir ve okunan evradla eş zamanlı olarak, kendini ikincil konuma çekerek ötekine hizmet etmeyi ve bunun “beklentisiz hizmet” olmasını temel bir esas olarak görürler. Özgeyi öze yani kendine tercih etmek şeklindeki bu hizmet davranışları şu anlama gelmektedir: Kişinin kendisine manen zarar veren ve ilişkilerindeki ahlaki zemini zayıflatan bencilliği ve kibri kırmak için bir başkasına iyilik yaparak iyileşmek. Şöyle de denilebilir: İyilikle iyileşmek.
Geçmiş dönemler açısından örnekleme yapılacak olursa, sûfîlerin iyiliği öğrendikleri, pratiğe aktardıkları ve yaşam biçimine dönüştürdükleri yer dergâhtır. Bir başka deyişle tasavvufi hayatın mekânı olan dergâh, tasarım ve faaliyet olarak bir iyilik mekanıdır. Gerek dergâhta kalanlar için gerekse gelip geçenler için bu mekânda daimî bir iyilik üretilir. Üstelik dışardan gelenler için gerek iyiliğin yapılması gerekse iyiliğin çeşidini icra etmekte tek kriter, o kapıdan içeri girmiş olmaktır. Bu sebeple dergâh kapısından içeri giren kişiye dini, dili, cinsiyeti, gerçekten muhtaç olup olmadığı sorulmaz. Açsa karnı doyurulur, açıksa üzeri örtülür, uykusuz ise yatak ve yorgan verilir. Dahası kaç gün kalacağı da sorulmaz. Kişi kaldığı sürece, dergâhtaki dervişin onu bir misafir olarak görerek hizmet etmesi esastır. Bu hizmetler listesinde yer alan ve çoğu nefse ağır gelen tuvalet temizleme, mutfakta soğan soyma, yemek pişirme, sofra kurma, yatak açma, yatak toplama, etrafı süpürme gibi günlük hayata dair sayısız işler misafire bir hizmet iken, asıl olarak hizmet eden dervişi manen iyileştiren birer iyilik ödevi olarak görülür. Bu ödevler, evvelemirde dervişin içindeki yukarda değinilen kibir, ucub ve bencillik gibi kemâl yolundaki tehlikeli manevî hastalıklardan kurtulması içindir. Bu eğitim sürecinde sabır ve sebat gösterenlerde kibir kırılır, kendini beğenme azalır, alma değil verme alışkanlığı çoğalır, almanın artırdığı hırs ve haset, vermenin kazandırdığı huzura dönüşmeye başlar. İşte bu sebeple bunca iyileşmeye vesile olan misafirin varlığı, bir lütuf olarak görülür. Gelişinin sebebi sorulmadığı gibi kalışının süresi veya gidişinin tarihi de sorulmaz. Dergâh bir misafirhanedir ve o da bir misafirdir. Bu bağlamda dergâh, dünyayı sembolize eder. Dünyadaki varlıkların her biri bireysel özellikleri, inançları, renkleri, dilleri dikkate alınmadan dünyanın sahibi Allah tarafından Rahman ve Rezzak gibi sıfatlarının bir tecellisi olarak sürekli iyiliğe muhatap olmaktadır. Dergâhın sahipleri de Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmayı öğrenmek için gelen misafirlere ikramda bulunur ve ona hizmeti kendileri için iyileşmenin bir vesilesi olarak görür.
Özge yani ötekine yapılan bu hizmet ve iyilik davranışları, iyiliğin birçok temel ögesi olduğunu göstermektedir. Üstelik bu iyilikleri yapmayı kolay kılan bir değerler silsilesinin bilgisine ve haline sahip olmayı da gerekli kılmaktadır. Şu hâlde iyilik yapmak için öncelikle bir değer bilgisine ve haline sahip olmak, yapılacak iyilik neticesinde bir beklenti sahibi olmamak, yardım edecek bir bireyin bulunması ve o bireyin ihtiyacını karşılayarak ona yardımcı olmak gibi unsurların var olması gerekir. Bu çerçevede sûfîler için kendine yardım edilenin bir insan olma zorunluluğu da yoktur. Temel esas, “yaratılmış” olmasıdır. Yaratılmış olmak, özellikle İbn Arabî ve takipçisi sûfîlerin genel kabulüne göre canlı olmakla aynı anlama gelmektedir. Bir başka deyişle yaratılmış her varlık Allah’ı tesbih ve ona hamd etmesi[2] sebebiyle canlıdır. İşte bu sebeple sufiler yaratılmışa hizmeti “can’a hizmet” olarak görürler. Bu hizmete temel teşkil eden ve “Her şey canlıdır”[3] şeklinde varılan kabule göre mukayyet, gölge, izafi şeklinde isimlendirilen “yaratılmış her şey” mutlak varlık olan Allah’ı zikreden bir canlıdır ve her biri Allah’ın isimlerinin bir tecellisi, görünümü, onun kemâline işaret eden bir alamettir. Bir başka deyişle âlem küllî ve cüzî planda Allah’ı işaret eden bir alemdir. Varlıklar arasında ayrım yapmayan ve onları varlığın birliği (vahdet-i vücûd) anlayışı temelinde gören sûfîlere göre her bir varlık, Allah’ın isimlerinin tecellisi olması itibariyle, onlarla kurulan her türlü iletişim ve yapılan iyilik, o varlığın delalet ettiği isimle bir başka deyişle o ismin sahibi Allah ile kurulan ilişkidir.
Yunus Emre’nin dilinde ifadesini bulan “Yaratılmışı severiz Yaratandan ötürü.” ilkesi yahut makalenin başına aldığımız “Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelür.”[4] sözü, sûfîlerin iyilik yapma konusundaki en temel ilkelerinin Yaratan’ın hatırı olduğu ve onun hatırına onun yarattığı her bir varlığın iyilik yapmanın doğurucu ilkesi olan sevgiyi hak ettiğini göstermektedir. Yine Yunus Emre şöyle der: “Adumuz miskîndür bizüm düşmânumuz kimdür bizüm / Biz kimseye kîn tutmazuz kamu âlem yârdur bize.”[5], “Yetmiş iki millete birligile bakmayan / Şer’ile evliyâsa hakîkatde ‘âsîdür.”[6] Bu sözlerin ortak anlamı şudur: Sufiler için varlıkların aslı ve özü birdir. Sadece bilinen değil aynı zamanda sevilen/yâr’dır. Bu sevgi ve doğal olarak sevilene yapılan hizmet/iyilik konusunda dairesel bir döngü bulunmaktadır. Hakk’ı gerçek manada sevmek, Hakk’ın yarattığını severek onları kardeş bilmeyi ve onlara iyilik yapmayı gerektirdiği gibi; yaratılmışı sevmek, onlara iyilik yapmak da Hakk’ı sevmenin bir vesilesi ve nişanesidir. İşte tam bu aşamada sûfîler açısından sevgi ile iyilik kavramları bir diğerine yaklaşmakta hatta birleşip bütünleşmektedir. Bazen sevgi iyilik olarak görülmekte ve anılmakta, bazen de iyilik sevgi olarak bilinmektedir. Bu kavramlardan sevgi, sevilenden karşılık beklememe halidir. Sevilene yapılan iyilik, sevginin bir tezahürüdür. Sevgi olduğu için de iyilikten bir karşılık ve ödül beklentisi yoktur. Bir başka deyişle iyilik, ödülsüz özveridir. Ödül beklentisi ve düşüncesi bile iyiliğe zarar verir. İşte bu sebeple Kelâm ve Fıkıh ilimleri zaviyesinden........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein