Gerçek (Kapitalizm öldürür!) ve gereken (Kapitalizmi öldürün!)*
“Komünizm dünyanın gençliğidir.”[1]
Karşımda bir alay genç ile göz göze olmaktan cidden çok bahtiyarım. “Gençlik gelecektir, gelecek de sosyalizm” diye haykırdığım ilk gençlik günlerimi, sevdalarını, hülyalarını, ütopyalarını hatırlamamak mümkün mü? İşçi sınıfı davası yolunda kelle koltukta, çocuklar gibi şen olduğumuz o zamanlarda “Küçük hürriyetler değil, alabildiğine yüz verilmiş bir çocuk hürriyeti istiyordum,”[2] derdik…
O günlerden bugünlere geldiğimde, geride bıraktığım 71 yılın ardından “Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak,”[3] satırlarını terennüm ediyorum Sait Faik Abasıyanık’ın…
Hayır, hayır umutsuz falan değilim…
Çünkü Turgut Uyar’ın, “umut yoktur/ kimse yoktur umut etmemeyi önleyecek/ çünkü umut kaçınılmaz gelecektir/ bütün gümbürtüsüyle/ umut kaçınılmaz gerçektir çünkü”; Metin Demirtaş’ın, “Çünkü umutsuzluk yasak/ Yılgın türküler söylemek de/ Çünkü yürüyor umudun ordusu/ Umutsuzluğu kurşuna dizerek,” dizelerini ısrarla ve hâlâ terennüm edenlerdenim.
İşte tam da bunun için buradayım; sürdürülemez kapitalist barbarlığa karşı sosyalist ısrarımı anlatmak amacıyla…
Genç kardeşlerim sizlere “pembe hayaller” pazarlayacak/satacak falan değilim; bu benim işim değil; biz(ler)i sadece gerçek özgürleştirir, ki o da daima devrimcidir.
Kolay mı?
Gerçek, iyi yapılmış işlerin sevinci, yeni şeyler yaratmanın gerçek şekillen(diril)meye başladı mı, onu hiçbir şey durduramaz.
Ancak kapitalist yabancılaşma koşullarında insan(cık)lar gerçeğe değil, gerçek gibi gördükleri şeylere inanırlar; oysa hayatın gerçek amacı, nihai kertede bilgi değil eylemdir ve gerçek, tıpkı güzellik gibi, ne yaratılır ne de kaybolur.
Bu nedenle gerçeği gerçek olduğu için sevmek gerekir; “Bütün büyük gerçekler, kutsal şeylere küfür edilmesiyle ortaya çıkar,” diye uyarır hepimizi George Bernard Shaw.
Hayattaki gerçek görevin, biz(ler)e dayatılanları terk ettiğimizde bulabileceğimizi unutmamalı ve hayattan korkmamalıyız…
Gerçeğin yaşanmaya değer olduğundan asla şüphe duymayıp; onu konuşmak için, neyin gerçek neyin yalan olduğunu bilmemiz gerektiğini; azınlıkta da olsa, daima çoğunluktan güçlü olduğunu kulağımıza küpe etmeliyiz.
Hem de Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno’nun, “Yaşam, kendi yokluğunun ideolojisine dönüşmüştür… Gerçeğin yalan, yalanın da gerçek gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi… Yanlış hayat doğru yaşanmaz,” diye ifade ettiği verili tabloda: “İçsel olsun dışsal olsun, devrimci tarihsel dönüşümleri gerçekleştirenler genellikle gençlerdir- kendine özgü doğasıyla günümüzde yaşanan dönüşüm söz konusu olduğunda bu durum özellikle geçerlidir,”[4] gerçeğinin altını özenle çizerek!
Tekrarlıyorum: “Gerçek olan, yasaların, törelerin, dinlerin yasakları değildir, yaşamın içinden fışkıran gerçeklerdir. Gerçek hiçbir devirde, hiçbir dönemde yasaklanamaz. Yasaklandığını sananlar kendi kendilerini aldatan alıklardır.”[5]
Burjuva üniversiteleri de dâhil, egemenlerin yaptığı gerçeğin inkârıyken; “Okullarda öğretilen her kelime burjuvazinin çıkarları için saptırılıyor. Burjuvazinin işine yarayacak hizmetkârlar olabilecek biçimde, burjuvazinin huzurunu ve keyfini kaçırmadan ona kazanç sağlayabilecek biçimde eğitim veriliyor. Okul, genç insanların kafalarını onda dokuzu yararsız, onda biri de saptırılmış bir yığın bilgiyle dolduran bir kurumdur.”[6]
Sürdürülemez kapitalist yalanın egemenliği her şeyi çürütüyor: En tepeden en alta dek hemen hemen tüm kurumları iflas eden, her alanında ardı arkası kesilmeyen skandalların yaşandığı, usulsüzlük, rüşvet ve çete ağlarına örülmüş kokuşmuşluk devam ediyor.
Sahte diplomalardan hastanede yeni doğan çetesi, yargıda rüşvet ağı, merkezi sınavlarında şaibe iddiaları, sandıkta mühürsüz oylar, bürokraside usulsüz atamalar, yolsuzluk, hukuksuzluk, mafyaya dek ve çok daha fazlası coğrafyamızı sarıp kuşatmış hâlde.
Her yönüyle iflas eden sürdürülemez kapitalist vahşet tel tel dökülüyor; OECD verilerine göre, coğrafyamızda her 3 gençten 1’i, ne okuyor ne de kayıtlı-resmî olarak çalışıyor![7]
Yani “Ev Genci” oranında OECD ülkelerinin zirvesindeyiz Ne eğitimde ne istihdamda olan 15-29 yaş arası gençlerde, sadece Avrupa ülkelerini değil, Kolombiya, Kosta Rika ve Meksika’yı da geride bıraktık…[8]
Gençlerin yaşam koşullarını araştıran İPA, “Çalışan da üniversiteli de geçinemiyor,” gerçeğine ulaştı; KYK bursuyla 2005’te 275 adet simit ve çay alınırken bu sayı 2025’te 43’e düşmüştü.
Okul yemeği/tabldot alım gücü 17 yılda yüzde 59 oranında azaldı.
2005’te asgarî ücretin yüzde 31.4’üne denk gelen burs oranı, 2025’te yüzde 13.6’ya geriledi. Bu zaman dilimi içerisinde asgarî ücretin alım gücünün ne denli gerilediğinden ise hiç söz etmeyelim, isterseniz!
Ve 18-30 yaş grubunun sosyal izolasyon yaşadığı[9] çöküş dört yanımızı sarıp sarmaladı; intiharla vaka-ı adiyen sayılır oldu!
Kapitalizm genç olmayı cehenneme çevirirken artık Jorge Luis Borges’in, “Amansız bir çağ başlamakta. Bizler bunun mimarlarıyız, çoktan onun kurbanı olan bizler”; ya da Eduardo Galeano’nun, “Ambalaj kültürünün göbeğinde yaşıyoruz. Demokrasi olduğu şey değildir, benzediği şeydir,” biçiminde tarif ettikleri bir tiranlıkla yüz yüzeyiz.
Söz konusu hâl hepimize Andrey Tarkovski’nin, “Dünyada ne kadar kötülük varsa, güzellik yaratmak için de o kadar sebebimiz var demektir…” “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir”… François Noël Babeuf’un, “Doğa, her insana tüm mülkten eşit olarak faydalanma hakkı vermiştir”… Cengiz Aytmatov’un, “Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin. Ama senin onurunu kırar, vicdanını öldürürlerse, işte buna çare yoktur,” sözleri ile Özdemir Asaf’ın, “Bir sevgiyi anlamak,/ Bir yaşam harcamaktır./ Harcayacaksın…” dizelerini hatırlatmıyor mu?
KAPİTALİZM VE İNSAN(LIK)
Biliyorum, farkındayım: Slavoj Zizek’in, “Dünyadaki insanlar, dünyanın bir gök taşı çarpması sonucu yok olabileceğine kolayca inanabiliyor, ama kapitalizmin yıkılabileceğini akıllarına dahi getirmiyorlar,” biçiminde izah ettiği hâlet-i ruhiye çok yaygın…
Oysa Fransa’da bir duvar yazısının çok net anlattığı gibi, “Kapitalizm, 1 eylemciye 5 polis, 30 hastaya 1 hastabakıcı demektir./ Le capitalisme, c’est 5 policiers pour 1 militant, 1 infirmière pour 30 patients”! Bu da insan olmak ve kalmak fiiline aykırıdır.
Kapitalist cinnette sahte mutluluklar pazarlanır, ihtiyaçlar yaratılır, rekabet ve statü yarışı körüklenir. İnsanlar daha çok harcamak için daha çok çalışır, daha çok çalıştıkça daha az yaşar. Sonunda, “özgürlük” adı altında sunulan şeyin aslında zincirlerin en görünmez hâli olduğu anlaşılır.
O, özgürlük maskesi takmış bir sömürü düzenidir. Çalışmanın başarı getirdiği söylenir ama sistem, insanların asla gerçekten kazanmasına izin vermez. Zenginler servetlerini miras ve finans oyunlarıyla büyütürken, geri kalanlar hayat boyu borç ve tüketim çarkında dönmeye mahkûm edilir.
“Bu sistemin ayırt edici özelliği piyasaya bağımlılık olduğundan, rekabet ve kâr maksimizasyonu hayatın temel kurallarıdır. Bu kurallar nedeniyle kapitalizm, teknik araçlarla işgücünün üretkenliğini artırmaya güdülenen, benzersiz bir sistemdir. Kapitalizm, toplumsal çalışmanın büyük kısmını mülksüz işçilerin yaptığı bir sistemdir, işçi geçinebilmek ve çalışabilmek için gerekli araçlara erişmek maksadıyla işgücünü ücret karşılığında satmak zorundadır. İşçiler toplumun ihtiyaç ve isteklerini karşılarken aynı zamanda işgücünü satın alanlar hesabına kâr üretir. Nitekim mal ve hizmet üretimi sermaye üretimine ve kapitalist kâr üretimine tâbidir. Başka bir ifadeyle, kapitalist sistemin temel amacı sermaye üretmek ve onu artırmaktır.”[10]
Egemenlerin “Kapitalizm = özel mülkiyet “özgür” girişimcilik rekabet serbest piyasa ekonomisi” formülüyle pazarladıkları vahşet; ezilenler açısından “Kapitalizm = gelir eşitsizliği sömürü ücretli kölelik”ten başka bir şey değildir; “Kapitalizmi diğer tarihsel yaşam tarzlarından ayıran, onun doğrudan insan türünün istikrarsız, kendiyle çelişen doğasına yönelmesidir. Sonsuz -bitmez tükenmez kâr arzusu, teknolojik gelişmenin hiç durmayan ilerlemesi, sermayenin biteviye yayılmacılığı- hep sonluyu aşmaya ve onu yok etmeye yöneliktir.
“Aristo’nun da söylediği üzere, nesnelerin değişim değeri potansiyel olarak sınırsızdır, kullanım değerinin çok daha üzerindedir. Kapitalizm, sırf varlığını sürdürebilmek için bile sürekli hareket hâlinde olmak zorunda olan bir sistemdir. Sürekli ihlâl onun özünde vardır. Başka hiçbir tarihsel sistem, özünde iyi olan insanın kolaylıkla ölümcül amaçlara yöneltilebileceğini bu kadar açık bir şekilde gözler önüne seremez.”[11]
Yani Karl Marx’ın Kapital’de belirttiği gibi, “Apres moi le deluge/ Benden sonrası tufan”, her kapitalistin parolasıdır. Artı değeri katlayarak kendini büyütmek zorunda olan sermaye; bunu ancak, endüstriyel kentlerdeki işçi yığınlarının sadece emeğini değil, ek olarak zamanını, sağlığını, kanını, enerjisini, psikolojisini, kısaca bütün beşeri fakültelerini iliğine kemiğine kadar sömürüp işi bittikten sonra da bir kenara atmak yoluyla başarabilir.
Köleliğin modern ismi olarak “Kapitalist sistem, üretimi, herkesin gereksinmesine değil, azınlığın kârına dayandırdığı için akıldışıdır.”[12]
“Orman Kanunları”nın insan hayatında yeniden yer bulmasıdır. Çünkü kapitalizm aç gözlülüğe en çok hitap eden sistemdir.
Kan ve sömürüden beslenen kapitalizm hakkında Rosa Luxemburg, “Kapitalist üretimin amacı ve iteleyen sebebi, doğrusu artı değeri sadece herhangi bir miktarda, bir defaya mahsus gasp etmek değil, aksine artı değerin ölçüsüz, hiç bitmeyen bir artışta, hep daha fazla miktarda gasp edilmesidir.”
“Kapitalist üretim tarzının, daha önceki iktisat biçimlerinde amaç olan tüketimin sadece asıl amaca: kapitalist kârın birikimine yarayan bir araç olması vasfı vardır. Sermayenin öz büyümesi, bütün üretimin başlangıcı ve sonu, aslî amacı ve anlamı olarak görülmektedir.”
“Kapitalizm sadece sürekli hareket, genişleme ve yayılma içerisinde olanaklıdır ve dünya sistemi olmaya uğraşır. Ancak dünya sistemi olarak olanaksızlaşır,” derken; o, soru(n)ların yeniden üretimine dayanan bir yıkım/yağma sistemdir.
Ya da dünyanın en büyük çadır üreticisi Pakistan’ın, kendi depreminde çadırsız kalması;[13] veya Karl Marx’ın, “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser,” notunu düşerek, “Bilmiyorlar ama yapıyorlar,” sözleriyle betimlediği sömürülen çoğunluğa, sömürücü azınlığın tahakkümüdür.
Evet “Kapitalizm denen toplum düzeyinde, toprak, fabrikalar, makinalar vb. bir avuç toprak ağasının ve kapitalistin elinde toplanmıştır, halk yığınlarının ise hiç ya da hemen hiç mülkiyetleri yoktur ve bu yüzden, ücret karşılığında çalışmaları gerekmektedir!”[14]
Hem de “–Anne çok üşüyorum, sobayı yakar mısın? –Kömürümüz yok oğlum. –Neden? –Baban işten çıkarıldı. –Neden? –Fazla kömür olduğu için,” diyaloğundaki saçmalık üzere!
Kolay mı?
Karl Marx’ın, “Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir. İşte bu sermaye ve onun kendisini genişletmesidir ki üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem amacı olarak görünür; üretim yalnız sermaye için üretimdir, ama bunun tersi doğru değildir; üretim araçları, sırf, üreticiler toplumunun yaşama sürecinde, devamlı bir gelişmenin araçları değildirler. Sermayenin değerinin, büyük üretici kitlelerin mülksüzleştirilmelerine ve yoksullaştırılmalarına dayanan kendisini koruma ve genişletme sürecinin içerisinde devam ettiği sınırlar yalnız başına hareket edebilirler; – işbu sınırlar, sermaye tarafından kendi amaçları için kullanılan ve üretimin sınırsız büyümesine, üretimin kendisinin bir amaç hâline gelmesine, emeğin toplumsal üretkenliğinin hiçbir koşula bağlı olmadan gelişmesine doğru yol alan üretim yöntemleri ile sürekli bir çatışma hâline girerler. Araçlar -toplumun üretici güçlerinin hiç bir koşula bağlı olamadan gelişmesi-, sınırlı bir amaçla, mevcut sermayenin kendisini genişletmesi amacı ile devamlı çatışma içersine girerler. Kapitalist üretim tarzı, bu nedenle, maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya piyasası yaratılmasının tarihsel bir aracı olup, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna uygun düşen kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır,” ifadesiyle müsemma tabloda, “Kapitalizmi saygın biçimlere büründüğü kendi yurdunda (Londra, Paris, Brüksel vs.) değil kedini gizlemeksizin ortaya çıktığı sömürgelerde (Yeni Delhi, Kongo, Ruanda vs.) gözlediğimiz zaman derinliğine inmiş olan ikiyüzlülüğü ve karakterine özgü barbalığı bütün çıplaklığıyla gözler önüne serebiliriz,” der Felsefenin Sefaleti’nde![15]
Şu örnekteki üzere: Dünyada temiz içme suyuna erişmekte güçlük çeken insan sayısı 1.2 milyardır! Dünyanın temiz içme suyu sorunu çözebilecek kadar arıtma tesisi yapma maliyeti ise10 milyar dolardır! Oysa ABD’lilerin ortalama senelik Noel alışverişleri 450 milyar dolar dolaylarındadır; ve işte kapitalizm budur! Yani Nasrettin Hoca’nın parayı veren çocuğa çaldırdığı düdüktür!
Başka türlü olması da mümkün değildir! Çünkü kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı bir ekonomik sistemdir. Genellikle kârın, serbest ticaretin, sermaye birikiminin, gönüllü mübadelenin, ücretli emeğin vb. ahlâkî açıdan meşru olduğu anlamına gelir.
Kapitalizme göre parası ve sermayesi olanlar hep en öndedir. Pastadan en büyük payı onların alması “doğal”dır. Tıpkı her daim “büyük balık küçük balığın yutması” gibi…
Bu kadar da değil! İlaveten: “Kapitalizm sadece soykırım, açlık, emperyalizm ve köle ticaretinden ibaret değildir. Bu sistem refah yaratmayı, bunun yanında engin yoksunluklar yaratmadan başaramamıştır.”[16]
Çünkü… Bertrand Russell’ın, “Yüzyıllarca, zenginler ve zenginlerin çanak yalayıcıları ‘namuslu emek’ üzerine övgüler düzmüşler, basit yaşayışı övmüşler, yoksulların cennete gitme olasılığının zenginlerinkinden çok olduğunu aşılayan bir dini öğretmişler ve genellikle, tıpkı kadınların cinsel köleliklerinden özel bir soyluluk kazandıkları fikrine erkeklerin onları inandırmaya çalışmaları gibi, bedenleriyle çalışan işçileri, maddenin uzaydaki durumunu değiştirmenin onlara özel bir soyluluk kazandıracağı fikrine inandırmaya çalışmışlardır,” ifadesindeki bir “mantık(sızlık)” ürünüdür kapitalizm!
Albert Einstein’ın “Neden Sosyalizm” başlıklı makalesinde altını çizdiği üzere: “Bence kötülüğün gerçek kaynağı, kapitalist toplumdaki mevcut ekonomik anarşi. Önümüzde koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz; bu topluluğun üyeleri ise, durmaksızın birbirlerini, kolektif emeklerinin sonuçlarından mahrum bırakmak için çabalıyorlar. Bunu zor kullanarak değil, yasalaşmış kurallara körü körüne inanarak gerçekleştirmekteler. Bu bağlamda, üretim araçları -yani, tüketim metaları ve ek sermaye metaları üretmek için gereken üretim kapasitesinin bütünü- yasal olarak bireylerin özel mülkiyeti olabilmekteler ve öyleler.”[17]
Bir örnekle özetlemek gerekir ise, Eşitsizlik Öldürür Raporu’na göre her yıl 2 milyon kişiyi açlıktan öldüren sistemdir kapitalizm. 2023’te 333 milyondan fazla insan bir sonraki öğün konusunda belirsizlik yaşadı. Bu rakam, Covid-19 öncesi rakamlara kıyasla neredeyse 200 milyon kişilik kaygı verici bir artışı işaret ediyorken; 783 milyon insan ise kronik açlıkla mücadele ediyordu.[18]
KAPİTALİZM: NE YAPAR, NEYE YARAR (MI?)!
Jean Jacques Rousseau’nun, “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘Burası benimdir’ diyen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak sonra da insanlara ‘sakın dinlemeyin bu sahtekârı meyveler herkesindir toprak hiç kimsenin değildir ve bunu unutursanız mahvolursunuz’ diye haykırsaydı, işte o adam insan türünü nice suçlardan nice savaşlardan nice cinayetlerden kurtaracaktı,”[19] diye betimlediği kapitalist özel mülkiyet tarihte söylenmiş en büyük yalandır; tarihin en büyük aldatmacası!
Karl Marx’ın, “Görünürdeki ekonomik zaferleri ne kadar şanlı olursa olsun, kapitalizm bir felaket olarak kalır, çünkü insanları başka metalarla mübadele edilebilen metalara çevirmektedir. İnsanlar kendilerinin tarihin nesneleri değil de özneleri olduğunu kabul ettirinceye kadar bu zulümden kaçış yoktur,”[20] notunu düştüğü kapitalizm; kârları özelleştirip zararları sosyalleştiren Merkantilist korsanlık sistemiyken; kendisinden şikâyetiniz olup, karşı çıkarsanız, size demir yumruğu gösteren sistemdir.
Ya da Erich Fromm’a göre içinde yaşayan herkesi ruh hastası yapar bu sistem, şeytana pabucunu attırıp, yeni pabuç aldırtan kapitalizm, yıllar önce ki tatlı, lezzetli ve güzel kokulu domatesleri, daha fazla kâr elde etmek uğruna, GDO’lu tatsız hormonlu yapan sistemin adıdır.
O hâlde bir kere daha -tekrar pahasına!- hatırlatalım:
“Cimri aklını kaçırmış bir kapitalisttir, kapitalist ise aklı başında bir cimri”…
“Kapitalizm; doğanın en büyük düşmanıdır. Kapitalizmde insan sevgisi yoktur. İnsanı mekanik bir böcek gibi görür. Kapitalizm vatan sevgisi, barış istemez Yozlaşmış, çıkarcı, cahil, beynine tecavüz edilmiş uysal köleler ister”…
“Kapitalizmde kadın; yatak odası, çocuk odası ve mutfağa hapsedilmiş köledir”…[21]
“Kapitalizm insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz ‘nakit ödeme’ dışında hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de, şövalyece ulvî heyecanları da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur”…[22]
“Kapitalist üretimin en büyük engeli, sermayenin ta kendisidir,” der Karl Marx!
“Bugünkü toplum tümüyle, işçi sınıfının geniş yığınlarının nüfusun küçük bir azınlığı tarafından, toprak sahipleri sınıfı ve kapitalistler sınıfı tarafından sömürülmesine dayanır. Bu köle bir toplumdur”…
“Kapital iktidarda kaldıkça, değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır”…
“Kapitalist toplumun temeli, ya soyacaksın ya soyulacaksın, ya başkaları adına çalışacaksın ya başkalarını kendi adına çalıştıracaksın ya köle sahibi olacaksın ya da köle, görüşüne dayanıyor”…[23]
“Nerede kapitalizm varsa, nerede toprak ve fabrikalar üzerinde özel mülkiyet sürdürülüp sermayenin gücü korunuyorsa, erkekler de ayrıcalıklarını korurlar”…[24]
“Toprak ve fabrikalar özel mülkiyette tutuldukça, halkın emeğinin kapitalistler tarafından baskısı, dolandırılması ve yağması kaçınılmazdır,”[25] der V. İ. Lenin!
“Kapitalist bir sistemde insanlar görünmez bir kafesin içinde yaşarlar,” der Che Guevara!
“Kapitalizm seni soyar ve seni ücretin kölesi yapar. Yasa bu suçu korur ve sürdürür. Hükûmet ise seni bağımsız ve özgür olduğuna inandırarak kandırır,” der Alexander Berkman!
“Bugün dünyalar yıkılıyor, doğa yok ediliyor ve insanları birer obur canavar hâline getiren bir doyumsuzlar toplumu, bir tüketim dünyası yaratılıyor. Hiçbir çağda kötülük böylesine örgütlenmedi ve güçlü olmadı,” der Yaşar Kemal!
“Size bu ölü yaşamı hazırlayan sermaye sahibi egemen sınıftır, bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir.” “Kapitalizm, tıpkı yaşlı bir adamın genç ve sağlıklı bir kadına tecavüz etmesi gibi dünyayı tecavüz ediyor; artık ona yaşlılık hastalıklarından başka bir şey aşılayamıyor,”[26] der Maksim Gorki!
“Irkçılık olmadan kapitalizme sahip olamazsınız,” der Malcolm X!
“Kapitalizm eşit olmayan serbest piyasadır,” der Georg Fülberth!
“Kapitalistler arasındaki rekabetle birleşen kâr güdüsü, sermayenin toplanmasında ve kullanılmasında dengesizliğe yol açar; bunun sonucu da tehlikeli ekonomik çöküşlerdir,” der Albert Einstein!
“Kapitalistler tek bir şey düşünür; minimum masrafla maksimum çıkar,” der Sebuhi Quluzade!
“Resmî olarak kapitalist üretim ilişkisi yasal bir ilişki olarak sunulur: İş gücü alım satımı. Ancak bu ilişki ne yasal bir ilişkiye ne de politik bir ilişkiye ne de ideolojik bir ilişkiye indirgenebilir. Üretim araçlarının kapitalist sınıf tarafından (her bireysel kapitalistin arkasında bulunan) yasal ilişkiler tarafından yaptırımlı ve düzenlenebilir (uygulaması devletin tahmin ettiği) ancak yasal bir ilişki değil, kesintisiz bir güç ilişkisidir, ilkel birikim döneminde sahipsizlik, çağdaş artı değerden gasp edilmeye kadar. İşçi sınıfının (her üretken işçinin arkasında bulunan) işgücünün satışı yasal ilişkiler tarafından onaylanabilir, ancak kesintisiz bir güç ilişkisidir, evsizlere yönelik bir şiddettir, yedek işçilikten işe veya tam tersidir. Yani sınıfları sınıflara ayıran ve bu bölümü birikim ve proletarizasyonun iki katı süreci ile yeniden üreten kapitalist üretim ilişkisinin merkezinde, nihayetinde (yani üretim olan bu ‘son vakada’ demirlenmiş) sınıf, kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerinde uyguladığı bu ‘kanun dışı’ şiddettir,” der Louis Althusser!
Durum bu…
SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİST YIKIM
Kontrolsüzlüğüne atıf yapılan, “crazy” Trump’ın uyguladığı politikalar ABD kapitalizminin ve ABD hegemonyasının açmazlarını, sorunlarını, dinamiklerini yansıtıyor; mevcut durum kapitalizmin “Kaos” olduğunu bir kez daha teyit ederken; Jean-Paul Sartre’ın, “Zenginler savaş çıkarır, fakirler ölür”…
Alexander Berkman’ın, “Savaş körü körüne itaat, düşüncesiz aptallık, acımasız duygusuzluk, ahlâksız yıkım ve sorumsuz cinayet demektir”…
Howard Zinn’in, “Savaş generallere şeref, askerlere ölüm, tüccarlara para, fakirlere işsizlik getirdi.” “Savaşın kesin etkilerinden biri de ifade özgürlüğünün kısıtlanmasıdır”…
Pierre-Joseph Proudhon’un, “Savaş ilanlarının gerisinde ekonomik nedenler yatar”…
Lysander Spoonbill’in, “Bütün suçların en büyüğü, hükûmetlerin insanlığı yağmalamak, köleleştirmek ve yok etmek amacıyla sürdürdüğü savaşlardır”…
Eduardo Galeano’nun, “Savaşlar yalan söyler. Hiçbir savaş dürüstçe ‘öldürüyorum çünkü çalmak istiyorum’ demez”…
François Fénelon’un, “Tüm savaşlar iç savaştır, çünkü tüm insanlar kardeştir”…
Noah Harari’nin, “Barış için çok sayıda akıllı insan gerekir, ancak savaş için tek bir aptal yeterlidir”…
Susan Sontag’ın, “Savaş barbarlıktır; savaş ne pahasına olursa olsun durdurulmalıdır”…
Thomas Merton’un, “Barış, en kahramanca emeği ve en zor fedakârlığı gerektirir. Savaştan daha fazla........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d