Aşk olsun size vazgeçmeyen çocuklar*
“gezegenimiz sevinç duymaya
fazla elverişli değil daha.
sevinci gelecek günlerden
koparıp almamız gerekiyor.
ölüp gitmek;
zor bir şey değil bu yaşamda.
yaşamı yaratmak çok daha zor.”[1]
Özgür Üniversite Hareketi’nin 2. Kurultayında sizlerle olmak beni bahtiyar etmesi yanında, çağrışımlar zincirinde eski(meyen) günlere götürüyor.
Turgutlu’da ilkokula gittiğim ilk günü hatırlıyorum. Elimden anam tutmuştu. Avucumun içindeki o sıcaklığı hâlâ hissederim.
Okuma yazmayı öğrendiğimde yakama kırmızı kurdeleyi takan öğretmenim Macide Samur’un gözlerindeki şefkati unutmam mümkün mü?
Ya Çorum Eti Ortaokulunda ilk aşkım Güler, adıyla müsemmaydı.
Sonra Ankara Cumhuriyet Lisesindeki TÖB-DER grevinde sırtıma inen Fruko’ların ilk cop darbesi. O zamanlarda toplum polislerine Fruko derdik.
Ardından Ankara Bahçelievler’deki duvarlara heyecanla (ve biraz da belli etmemeye çalıştığım korkuyla) “Çin Yakındır!” sloganını yazdığımız günlerde tanıdığım ve geçenlerde yitirdiğimiz ölümsüz Liseli Fehmi (Erbaş) abimiz.
Bir de Bülbülderesi civarında gözaltına alınıp, nezarethanenin demir parmaklıkları, soğuğu ve tekme tokatla tanışmam…
“Yankee Go Home” haykırışımın THKO’ya duyduğu hayranlık.
Ardından 12 Mart 1971…
31 Mayıs 1971’de Nurhak’ta Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan, Kadir Manga’nın…
30 Mart 1972’de Kızıldere’de Mahir Çayan, Ömer Ayna, Cihan Alptekin ile Onların…
6 Mayıs 1972’de Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Deniz Gezmiş’in… yüreğimde hâlâ kanayan acıları ve daha niceleri…
Sonrasında bir Ceylan Pınarı gecesinde sınırı aşıp Filistin yollarına düşmem…
Antep mahpusundan Bilecik zindanına uzanan günler…
11 yıl 23 gün 8 saatlik sürgün, ardından da Güney Kürdistan…
Ve bugün…
Sizleri görmek bunları çağrıştırdı bana; “Öptüğüm kızlar geliyor aklıma” dizeleriyle Nevzat Çelik’in…
Bir de “Bizi harekete geçirmesi gereken şey insan onurudur: Ezilenlerin onuru, ama aynı zamanda her birimizin onuru. Dayanılamaz olana katlanırsak, onurumuzu kaybederiz,” sözleri Baltasar Gracian’ın…
Ve de “Ülkenin geleceği, gençliğin geleceğinden ayrı düşünülemez. Biz ülke sorunları ile ilgilenmekle, gerçekte kendi geleceğimize sahip çıkmış oluyoruz,” haykırışı Harun Karadeniz’in…
Hadi gelin, bunları bir kenara bırakıp, soru(n)larımızdan söz ederek işimize bakalım.
* * * * *
Öncelikle Abraham Maslow’un, “Zaman zaman acı da verse, görmek kör olmaktan iyidir,” vurgusu eşliğinde ekleyelim: “Karşımızdaki, bir geleceği olduğundan hiçbir şekilde emin olamayan bir kuşaktır.”[2]
Evet, burası Türkiye coğrafyası ve burada yaşamaya, mücadele etmeye mahkûm ve mecburuz!
Her gün zam, zulüm, yeni bir skandal, sıfatı değişse de kaidesi aynı kalan yeni bir “çeteye” uyandığımız toprağımız.
Depremde yaşamını kaybeden insanların diplomalarını pazarlayanlardan emekliliği göremeden ömrü sona eren yurttaşların hak edişlerini üzerine alanlara, narkotik şube müdürü e-imzasıyla işlem yapan torbacılara, her gün akla hayale gelmeyecek sahtekârlıklar ortaya çıksa da, bunlar coğrafyamız açısından ne yeni, ne de bir anomali!
Yenidoğan çetesinden sınav hırsızlıklarına birçok örnekte gördüğümüz üzere rejimin işleyiş biçimi halkın toprağından diplomasına kadar tüm birikimlerine çökme yoluyla elde edilen kapitalist “birikim”, çürüme hâlinin ifadesinden başka bir şey değil…
Karşımızda sahtecilik skandalıyla malûl, rüşvet ve yolsuzluk ağıyla müsemma, sahte diplomalı ya da diplomasız totaliter bir rejim var.
Kolay mı?
İnternette parayı verene diploma dağıtılan, ödeme yapanın mezun olduğu, diplomaların havada uçuştuğu bir hâlden söz ediyorum!
Bu öyle bir kokuşmuşluk ki, yüklü ödemeler karşılığında istenilen herhangi bir üniversitenin bölümünden mezun olunabiliyor!
İlkokuldan denklik belgesine kadar pek çok belge elde edilebiliyor. Fiyatlar ise şu aralıkta: İlköğretim: 10.000?.. Lise: 20.000?.. Önlisans ve Lisans: 30.000?.. Yüksek Lisans ve Doktora: 35.000?.. Denklik belgesi: 10.000?.. Sertifika ve mesleki yeterlilik belgesi: 15.000? Belgelerin ise tamamen onaylı olduğunu iddia ediyor![3]
Bu işin bir yanı! Bunu yapanlar, yani kapitalistler ise ya dinsel yanılgıları besliyorlar ya da astroloji, numeroloji, manifest, çekim yasası, mindfulness, olumlama, enerji ve frekans şifacılığı, ses terapisi, doğum haritası analizi, tarot, oracle, reiki, çakra, yoga, meditasyon, aile dizimi, kristal enerji terapisi benzeri saçmalıkları körüklüyorlar!
Belki inanmayacaksınız: Vantage Point’in araştırmasına göre, her 3 Amerikalıdan biri, yapay zekâyla “romantik ilişki” yaşıyor. Amerikalıların neredeyse üçte biri, bir yapay zekâ sohbet botuyla “samimi veya romantik bir ilişki” yaşadığını söylüyor. Yapay zekâ sohbet botlarının romantik ilişki amaçlı kullanımındaki artış, Aile Çalışmaları Enstitüsünün ABD’nin bir “Cinsel Durgunluk” dönemine girdiğini ve Amerikalı yetişkinlerin haftada bir seks yapma oranının son 15 yılda istikrarlı bir şekilde azaldığını açıklamasının ardından geldi.[4]
Evet, yaşa(tıl)dığımız çağı, yabancılaşma, yalnızlaşma çağı olarak adlandırabiliriz.
Tommaso Campanella’nın, “Dünyayı korkunç bir ahlâk bozukluğu sarmış, insanlığa tabiat yasalarına, aklın gereklerine sırt çevirmişler; kötüler iyileri tedirgin etmekte, onları boyunduruk altında inletmektedir”; Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno’nun, “Günümüzde insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk sorunudur,” vurgularındaki üzere çağın ekonomik ve sosyal yapısı sahiden zorlayıcı. Yerküre ve coğrafyamızın topyekûn bir çöküş yaratıyor. Her geçen gün yenisi eklenen acılarla yaşamak zorundayız. Üstelik buna alışmamız bekleniyor.
Hayır! Alışmayacağız, kabullenmeyeceğiz!
Ahmet Telli’nin dizelerindeki üzere, “Bir şeyler var değişecek/ Bir şeyler var/ Değiştirmemiz gereken/ Önce acılardan başlanacak!”
Bu kadar da değil! Andrei Tarkovski’nin, “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir”; Nikos Kazancakis’in, “Her insanın kendi deliliği vardır, bana öyle geliyor ki, en büyük delilik, bir deliliğe sahip olmamaktır”; George Bernard Shaw’ın, “Yalnızca deli ve azimli olanlar dünyayı değiştirebilir”; Friedrich Nietzsche’nin, “Ve bir erdemim varsa, o da korkmayışımdır hiçbir yasaktan,” sözlerini kulağımıza küpe edeceğiz!
İnsanın yaşamı, tercihlerinin toplamıdır. Kendi olmak istediği şeydir. Onun özgürlüğü, kendisine reva görülenlere, dayatmalara karşı duruşla müsemmadır.
Sigmund Freud’ün, “İnsan öleceğini bilerek yaşamıyor. Yaşayacağını sanarak ölüyor,” diye betimlediği koşullarda insan olmak ve kalmak zor zanaattır. Ama zorunludur.
Hepimize dayatılan trajik kokuşmuşluk bir skandal değil, çürümüş kapitalist rejimin kurumsal tercih(ler)idir. Yani skandal olarak adlandırdığımız bütün olaylar rejimin doğal uzantıları. Bir tercih değil, işleyiş söz konusu.
Kapitalist vahşet olmasa bunlar olur muydu? Elbette ol(a)mazdı!
O hâlde Harriot Johnson’un, “Savunucu olun. Müdahale edin. Beklemeyi reddedin. Geri çekilmeyi reddedin. Öfkeli kalın. Değişimi talep edin. Sürekli olarak talep edin. Şimdi talep edin. Bir devrimden daha azını kabul etmeyin,” sözlerini yaşama geçirin…
Çünkü kapitalizmin bize dayattığı gençlik hâl(ler)ini başka türlü nihayete erdirmemiz mümkün değil!
* * * * *
Gençlik hâl(ler)i dedim; sözü OECD’nin “Bir Bakışta Eğitim-2025” raporuna bırakıyorum: Coğrafyamızda 18-24 yaş aralığındaki gençlerin yüzde 31.3’ü ne eğitimde ne istihdamda. Türkiye’de 25-64 yaş aralığındaki üniversite mezunlarının yüzde 24.6’sı işsiz. Hem lise mezunları (yüzde 63) hem de üniversite mezunları (yüzde 75.4) için en düşük istihdam oranına sahip OECD ülkesi.[5]
Hızla aktaralım:
Eğitim Sen’in araştırmasına göre üniversite öğrencilerinin yüzde 73’ü iş bulamayacağından korkuyor, yüzde 80’i geleceğinden endişe ediyor. Ülke öğrenciler için umut vermiyor: 5 öğrenciden 4’ü gelecekten ümitsiz.[6]
Sosyoloji Mezunları Derneğinin anketine göre, katılımcıların yüzde 96.3’ü Türkiye’deki insanların mutsuz olduğunu belirtti.[7]
Türkiye’nin en önemli sorunları sorulduğunda gençlerin yüzde 20.3’ü ilk sırada “ekonomi”, yüzde 18.1’i “adalet”, yüzde 15,7’si ise “eğitim” yanıtını veriyor ve yüzde 96.3’ü “Türkiye’nin mutsuz olduğunu” söylüyor.
İlaveten, gençlerin yüzde 52’si yaşadıkları hayattan memnun değilken, yüzde 60’ı ise kendini özgür hissetmiyor. Yüzde 61’inin gelir kaynağı da sadece ailesi.
Gençlerin yüzde 21’inin aylık eline geçen en yüksek paranın 10 bin TL ila 12 bin TL arasında olduğu belirtilirken; yüzde 5’i ise 5 bin TL ve altında bir miktarla ayı geçirmeye çalışıyor.
Gençlerin yüzde 61’i iyi bir eğitim almadığını ifade ederken, aynı zamanda yüzde 62’si kaliteli beslenmiyor.[8]
2023-2024 kesitinde yoksulluktan ötürü üniversiteyi bırakmak zorunda kalan öğrenci sayısı 300 bine yaklaştı.[9]
“10 öğrencinin 6’sı yoksul”ken;[10] ümitsiz işsizlerin 560 bini 15-24 yaş arasındaki gençlerden, 470 bini ise 25-34 yaş arasındaki bireylerden oluşuyor. Başka bir deyişle, her 100 ümitsiz işsizden 41’i 15-34 yaş arasındaki gençlerden oluşuyor; gençler bir yandan işsizliğin pençesinde kıvranırken iş bulabilenler ise eğitimleriyle uyumsuz işlerde düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalıyor. Bu da geleceksizlik, güvencesizlik, yoksulluk anlamına geliyor. Giderek artan gençlik eylemlerinin altında bu sosyal gerçekler de yatmakta.
DİSK Araştırma Merkezinin (DİSK-AR) TÜİK verilerinden hareketle yaptığı hesaplamalara göre 2025 yılının 1. çeyreğinde ortalama geniş tanımlı işsizlik oranı 28.5 iken 15-24 yaş arası gençlerde bu oran yüzde 37.5’tir.
Eurostat verilerine göre (25-29 yaş grubunda) Türkiye, AB ülkeleri içinde en yüksek “ev genci” oranına sahip ülkedir. Türkiye’de ne eğitimde ne istihdamda yer almayanların genç nüfus içindeki payı yüzde 26.4’tür.
Genel olarak genç işsizliği ve istihdamı böyle seyrederken üniversite gençliğinde durum nedir? 2024 verilerine göre 3 milyon 133 bin açık (dar tanımlı) işsiz içinde yükseköğretim mezunlarının sayısı 966 bindir. Toplam açık işsizlerin yüzde 31’i yükseköğretim mezunudur. Lise mezunlarında da bu oran yaklaşık aynıdır. Dolayısıyla yükseköğrenim mezunu olmak kategorik olarak işsizliği azaltmıyor. Öte yandan yükseköğretim mezunlarının ezici çoğunluğunun mezun oldukları bölümlerle oldukça uyumsuz işlerde ve düşük ücretlerle çalıştıkları görülüyor.
Gençlerin mezun oldukları bölümlere uygun iş bulamaması yanı sıra bir diğer sorunu ise ücretlerin düşüklüğüdür. Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları Ofisi verilerine göre üniversite mezunu gençlerin önemli bir bölümü ilk işe girişteki ücretleri asgarî ücret ve asgarî ücrete yakın düzeyde seyretmekte.
Asgarî ücretle çalışmanın yaygınlığı Türkiye işgücü piyasasının en önemli sorunlarından biri. Merkez Bankası ve DİSK-AR verileri Türkiye’de asgarî ücret karşılığında çalışanların oranının ücretli çalışanların yarısı civarında olduğunu gösteriyor.
Bu durum üniversite mezunları açısından da çok farklı değil. Üniversite mezunu olmak birkaç bölüm dışında önemli bir ücret avantajı sağlamıyor. Üniversite mezunlarının kayda değer bir bölümü asgarî ücret ile asgarî ücretin yüzde 50 fazlası arasındaki ücretlerle çalışıyor.[11]
Bunlar böyleyken; eğitime erişemeyen, diploması varsa iş bulamayan, hiç atanamayan, barınma ve beslenme sorunuyla aç sefil tek başına bırakılan gençlik isyan ediyor, başkaldırıyor.
O hâlde şimdi hepimiz totaliter iktidarın resmi eğitim(sizlik)i karşısında, Victor Hugo’nun, “İnsan genç oldu mu geceden sıyrılan gün zaferle doludur,” sözünü hatırlamalı, hatırlatmalıyız…
* * * * *
Bütçede eğitimin payının giderek eriyip, MEB bütçesinin toplamına oranının 5 yılda toplam yüzde 2 oranında gerilediği;[12] “Okulların dinî telkin alanı oldu”ğu[13] coğrafyamızda, gerici faaliyetlerin ardı arkası kesilmiyor. Diyanet İşleri Başkanlığının “Mevlid-i Nebi Haftası” etkinlikleri çerçevesinde, din içerikli bilgi yarışmasını kazanan öğrencilere umre ziyareti vaat edildiği gibi.[14]
TÜİK verilerine göre, 15 yaş ve üzeri yetişkin nüfusta yer alan 1 milyon 501 bin 903 kız çocuğu ve kadının okuma yazma bilmediği; 6-15 yaş arası 44 bin 115 kız çocuğu ile 56 bin 17 erkek çocuğunun okuma yazmasının olmadığı[15] eğitimde utanç tablosunda MEB, Nakşi lideri Nurettin Coşan’ın kurduğu şirket ve derneklere okullarda etkinlik izni vermişti.[16]
Eskişehir Atatürk Anadolu Lisesinde Okul Müdür Başyardımcısı Osman Akarsu, Çanakkale Zaferi’nin 103. yıldönümünde kimin yazdığı belli olmayan, kendi istediği bir şiirin okunmasını ve ardından tekbir getirilmesini isteyip; buna karşı çıkan öğretmenin üzerine yürümüştü.[17]
MEB’in 11. sınıf din kültürü ve ahlâk bilgisi kitabında materyalizm, “Pahalı ev, lüks araba, yüksek makam” ideolojisi olarak tanıtılmıştı.[18]
Sonuç mu?
Yüksek Öğretim Kurumları sınavının Temel Yeterlilik Testi’nde 96.518 kişi sıfır çekmiş.[19] YÖK Atlas verilerine göre, Yükseköğretim Kurumları Sınavı’ndaki (YKS) tüm sınavlarının toplamında eksi net yapanlar üniversite kazandı. Toplamda eksi 9.5 netle edebiyata giren bile var. Eksi netle en çok girilen bölüm iki yıllık çocuk gelişimi olurken edebiyatı kazanıp hem Türkçe hem de edebiyatta sıfırın altında kalanlar dikkat çekti.[20]
Kimsenin inkâr edemeyeceği gibi sermayeye, tarikatlara teslim edilmiş bir eğitim sistemiyle yüz yüzeyiz!
Şimdi burada durup bir parantez açalım: “Resmî Eğitim(sizlik)” ile okulu deyip geçmeyin sakın ola…
Bir soruyla başlayalım: “Hapishanelerin fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil mi?”[21]
Soruyu Pyotr Kropotkin, “Nasıl ki hapishaneleriniz bir suç okuluysa, okullarınız da tembellik okulu sizin,” diye yanıtlarken, ekler Thomas Edison: “Çocukların beyinlerini bir kalıba sokmaya çalışıyoruz. Onların, verilenleri kabul etmeleri için ısrar ediyoruz.”
Evet, gerçek olan şu: “Okullarda öğretilen her kelime burjuvazinin çıkarları için saptırılıyor. Burjuvazinin işine yarayacak hizmetkârlar olabilecek biçimde, burjuvazinin huzurunu ve keyfini kaçırmadan ona kazanç sağlayabilecek biçimde eğitim veriliyor. Okullar, genç insanların kafalarını onda dokuzu yararsız, onda biri de saptırılmış bir yığın bilgiyle dolduran bir kurumdur.”[22]
Noam Chomsky’nin meseleyi, “Okul sisteminin yalnızca itaatkâr olmayı değil, can sıkıntısına katlanmayı, oturup saate........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Gideon Levy
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein