menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Barış Manço hayatını anlatıyor: Roll dergisi arşivinden örnek bir söyleşi

9 0
28.02.2025

Türkiye’de müzik yayıncılığının en iyi örneklerinden bazılarını 1990’larda Roll dergisi vermişti. Roll’un Şubat 1999 tarihli 28. sayısında yayımlanan Gökhan Akçura imzalı Barış Manço söyleşisi bunlardan biriydi. Manço ilk aşkından eğitim yıllarına, sıradışı müzik serüveninden en sevdiği filmlere dek her şeyi anlatmıştı.

Barış Manço’nun 26. ölüm yıldönümü vesilesiyle, Journo’nun “Arşivden” yazı dizisinin ilk bölümünde, Akçura’nın ünlü sanatçıyla 1984 sonlarında bir müzikal çalışmasının parçası olarak yapıp onun vefatının ardından ilk kez Roll dergisinde yayımladığı bu uzun ve güzel söyleşiyi aynen aktarıyoruz.

Hikâye anlatımını ve absürt halk edebiyatını şarkılarına nasıl kattığını anlatan Manço, “Kendimi hıyar gibi hissediyorum” derken neyi eleştirdiğini ise şöyle açıklıyor: “Ülkemizdeki kitlelerarası iletişim yapan kişilerin görevlerini yapmamalarına karşı hafif bir protesto olarak çıktı o parça. Birtakım çabaları elinin tersiyle iten insanları, bu kraldan çok kralcı insanları yermek için yaptım.”

İsterdik ki -hele şu türkülü Siyaset Meydanı’ndan sonra- karşılıklı oturalım, eteğimizdeki soru işaretlerini bir bir dökelim, ‘Barış Manço gerçeği’ni kendi ağzından dinleyelim. Olmadı. Azrail araya girdi. “Tatlı komşu Ayşe teyze, emekli Salih öğretmen, hepinize hepinize elveda…” Fazla ruh daratmayalım ve bugüne dek yayınlanmamış bir sohbetine kulak verelim. 15 sene öncesinden ve sanki şu an karşımızdaymış gibi… 1984 yılı sonlarında Egemen Bostano, Barış Manço için bir müzikal yazdırmaya karar verdi.

Ertem Eğilmez aracılığıyla yazar olarak bu işe ben giriştim. Adı “1002. Gece Müzikali” olarak konan bu gösteri nedeniyle, Barış Manço ile sürekli görüşmeye başladık. Müzikal yazıldı, Barış bunun için besteler bile yaptı. Ama sonunda ayrıntılarını bilmediğim bir nedenle Egemen’le Barış’ın arası açıldı. Müzikal, bir köşeye kondu. Ama bu çalışma sırasında ben teybi açıp uzun uzun Barış’la konuşmuş, onu tanımaya çalışmıştım. 15 yıl sonra, onun acı veren bu beklenmedik ölümünün ardından bu bantlar ilk kez yayınlanıyor. Gökhan Akçura

Çok sade bir insanım, her şeyin en iyisini alırım

Çocukluğum İstanbul’un çeşitli semtlerinde geçti. Üsküdar’da doğdum, 1 Ocak 1943. Cihangir’de, Kadıköy ve Üsküdar’ın çeşitli mahallelerinde oturduk. Büyük bir göçer hayat yaşadık. Hemen her sene bir ev değiştirdik. Hatta bir yıllığına Ankara’ya taşındık. Ortaokula kadar bu böyle devam etti. Ortaokulda Galatasaray Lisesi’ne girdim, yatılı olarak. Sekiz sene kıpırdamadan İstanbul’da kaldım tabii…

Normal bir çocukmuşum. Sadece biraz çizermişim ve müziğe de kabiliyetim olduğum yarım yamalak hatırlanıyor, söyleniyor. Ama bizim zamanımızda her çocuk şarkı mırıldanıyordu, bunun olağanüstü bir tarafı olduğunu sanmıyorum. Çok basit, çok orta şeker bir çocukluk geçirdim. Ve enteresanlık, ilk çocukluk ve gençlik günlerimden şöyle suyunu sıksam, anımsadığım olay gerçekten çok az… Müzikle ilgim ortaokul son sınıfta başladı, o benim müzikten ikmale kaldığım sene aynı zamanda. Ortaokul son sınıf arkadaşlarımla bir grup kurmuştuk, Barış Manço ve Kafadarları diye. Okul gecelerinde çıkıp şarkı söyleyerek başladık. Bahsettiğim dönem 1968, tam snobluk dönemimiz: Elvis Presley’in son şarkıları, Paul Anka… Ne gündemdeyse onu çaldık, söyledik.

İlk aşk, son aşk

İlk aşk da aşağı yukarı o dönemde. Hatırlıyorum ama, biraz karanlıklar arasında… Tabii doğal nedenlerle ismini vermek istemem şu anda. Muhtemelen çoluk çocuğa, hatta belki toruna bile karışmış olabilir. Herhalde çok güzel bir kızdı, ya da bana öyle gelmişti. 15-16 yaşındaydım. Uzaktan bakıyorduk daha… Bir gün merdivenden inerken, merdiven otomatiği söndü ve o beni öptü. Ben çünkü cesaret edemiyordum, yaklaşamıyordum bile. Dünyam şaşı, inanılmaz bir şey… On gün falan uyku uyuyamadım, rüyada gibi gezdim.

Herhalde aşk o olsa gerek. Aşk, ortaokul yaşlarında, ilkokul son sınıfta başlayıp ortaokul son sınıfta falan biten bir his. Buna ilk aşk deniyor ama, onun benzerlerini yaşıyor insan hayatta. Sigarayı ilk içtiğiniz gün gibi: Ondan sonra devamlı sigara içiyorsunuz hayatınız boyunca, alışıyorsunuz. Sonra sonra da, söndürmesini öğreniyorsunuz. Derken marka değiştiriyorsunuz, filtreli alıyorsunuz, daha lüksünü, daha pahalısını alıyorsunuz, askerde asker sigarası içiyorsunuz… Yani buna benzer bir olay aşk, benim kanımca. Yani benim aşk üzerindeki düşüncelerim nevi şahsına münhasırdır. Onun için ilk-son diye ayırmam, bence aşk bir defa olur, ondan sonra onun değişik türlerini yaşar insan.

Belçika’da akademi yılları

20 yaşında, liseyi bitirdikten sonra, ben Türkiye olayını noktaladım. Daha ileri bir şey yapamayacağımı biliyordum o yaşlarda. Gitmem gerektiğine inanıyordum, bir yaz çalıştım, bir beş kuruş para topladım. Yurtdışına çıkmak için zorunlu olan bir 200 dolar meselesi vardı o zamanlar. O 200 doların karşılığı olan parayı kazandıktan sonra, tabii yol param olmadığı için otostopla çıktım gittim. 20 Eylül 1963: Yeni bir yaşam kurma amacıyla Türkiye’yi terk edişim.

O gün bu gündür, 21 yıldır yurtdışında oturuyorum. Ondan sonra, ülkeme kesin dönüş yapmadım. Askerlik yılları içinde geldiğim iki yıl hariç, 21 yıldır bu ikili yaşamı sürdürüyorum. İki aynı yaşam ama, benim için aynı değil, ortak yaşam. Şimdi de 40 yaşımın ikinci noktasını koyuyorum: Çocuklarım oldu, onların eğitimini göz önüne alarak yeni baştan Türkiye’ye yerleşme planı içindeyiz eşimle. Yeni bir ev aldık, ilkokul son sınıfa kadar sürecek olan ilk öğrenim yıllarını büyük bir ağırlıkla burada geçireceğiz. Ondan sonra zaten onların ikinci noktalarına sıra gelecek. Böyle sıçramalar devam edecek…

Yurtdışına ilk çıktığımda önce Paris’e gittim. O dönem böyleydi: Paris’e gidiliyordu, sonra oradan dağılıyordu. Paris son derece cazibeli bir şehir. Ama Paris’te okuyamayacağımı bir ay sonra anladım. Paris çok büyük, ben çok ufaktım, yani orantı yoktu aramızda. Okuyabileceğim başka bir yer düşündüm. Tabii Fransızca konuşulan bir yer olması mecburiyeti vardı benim için. Fransa’da üniversiteleri, akademileri olan iki alternatif var: Lyon da, Grenoble da, Paris’ten sonra bana bir hayli taşra şehri geldi. Düşüncesi de taşra. Fransızlar biraz enteresandır, Paris dışında bütün Fransa taşradır. Almanya gibi, İngiltere gibi büyük şehirleri yoktur. Büyük şehirleri de sadece beton olarak büyüktür.

Öbür alternatifler de İsviçre ve Belçika’ydı. İsviçre’yi oldum bittim düşünmedim. Benim turistik amaçla bile gitmeyi düşünmediğim bir ülke. Üç ayrı dilin konuşulduğu bir ülkedeki bütün kültürü tam toparlayamadığım için beni çekmiyordu, otomatikman Belçika’yı seçtim. Belçika’nın en Fransız şehri Liege kentidir, Liege’e gittim ve oraya yerleştim. Direkt mimarlık eğitimine başladım. İlk bir yıl mimarlık eğitimi yaptım. Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmiştim. Sonra, ikinci yıl, mimarlıktan iç mimariye döndüm, altı yıl süren iç mimari eğitimi gördüm. Bu okulda ortaokuldan sonra eğitim görülüyor… Benim burada liseyi bitirmiş olmam bir şeyi değiştirmedi, sanki ortaokulu bitirmişim gibi beni en alt sınıftan aldılar.

Evvelden bizim Güzel Sanatlar Akademisi de böyleymiş. İsmi daha Sanayi-i Nefise-i Şahane iken, normal ortaokul mezunları girermiş, sonradan lise mezunlarını almaya başlamışlar. Hatta ben orta son sınıftayken, o yıl kaldırıldı Güzel Sanatlar Akademisi’ne ortaokul mezunlarının alınması. Benim yurtdışına gitmemin nedeni biraz da budur…

Çok uzun süren bir eğitim yaptım. Hep aynı dalda okutmuyorlar öğrenciyi. Seramik, heykel, resim sanatı yani portre resmi, natürmort resmi, duvar dekoratif resmiyle beraber dekoratif sanatlar, aklınıza gelen çeşitli sanat dallarında öğrenim gördük. Bu arada karton film üzerine, fotoğraf sanatı üzerine eğildik, gravür okuduk, ifade ve ekspresyon sanatlarını öğrendik. Burada lisede, ilkokul yıllarında pek parlak bir öğrenci olmamama rağmen, Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’ni yedi yıl sonunda okul birincisi olarak bitirdim. Yüzde 93.8’le madalya aldım.

Dolayısıyla, çok iyi çiziyorum, çok sağlam bir desenim var. Genellikle halkımızın bilmediği bir tarafım bu. İddialıyım bu konuda ama kendi kendime iddialıyım. Bir sergi yapmadım, göstermedim bir yerlerde desenlerimi. Basına ilan vermedim. Ama, ileride düşünüyorum. Birkaç sergide yapıtlarımı sergilemeyi, belki kitap olarak toplamayı düşünebilirim… Müziğimde ne yapıyorsam, resimde de onun aynısını yapıyorum. İçimden geçen şeyleri kâğıda döküyorum. Her şeyi çizerim. Müziğimin resimlenmiş şeklidir resimlerim.

O yıllarda Fransa’da çok ağır bir sanat akımı vardı, kendi öz sanatlarını, Manet, Monet, Renoir, Cézanne gibi ekolleri korumak için bütün yeni akımlara karşı çıkıyorlardı. 60’lı yıllarda Fransa cehennem gibiydi sanatçılar için. Kendi klasik sanatlarını korumak için her şeye “hayır” diyorlardı. Bense rönesans ve Flaman ekollerini daha iyi öğrenebileceğim, nötr, tarafsız bir ülkede okumayı tercih ettim. Bir sebebi de bu.

Bu arada, şunu da belirtmek lazım: şu gün Avrupa’nın, dünyanın en büyük, en iyi illüstratörleri Belçikalı veya Belçika’daki okullardan çıkmış kişilerdir. Red Kit’ten, Asterix’den, Şirinler’den tutun, ne gelirse aklınıza, çizgilerin çoğu Belçika yapımıdır. Tenten de Belçikalıdır. Hatta hatta o Red Kit’in çizeri Morris, benim okuduğum akademide bizden dört sene evvel mezun olmuş bir arkadaştır, okulda konferans veriyordu, gidip tanıştım kendisiyle. Keza Asterix’i çizen, yazan Gosciny bizim okuldan çıkmıştı. Desen konusunda sağlam, büyük, köklü geçmişi olan bir okuldur.

Bari Manso söylüyor

İç mimar olarak hiç çalışmadım, kendi evimi bile dekore etmedim. O bende sadece iyi bir anı olarak kaldı. Duvarda asılı, tozlu bir diploma olarak… Bu dalda okumakta benim asıl amacım meslek haline getirmek değildi. Çok küçük yaştan beri müzik dünyasında bir kariyer yapmayı amaçlıyordum. Akademik müzik eğitimi görmek de istemiyordum. Bir başka sanat eğitimi görmek istiyordum. Örneğin, tıp veya hukuk eğitimini hiç düşünmemiştim.

Yurtdışında çalıştım, okudum. Ufak tefek işlerin yanı sıra, müzikle bir hayli ilgilendim orada. Örneğin, eğitimim üzerinden bir sene geçmedi, ben Fransa’da ilk plağımı doldurmuştum zaten. İşte bu karanlıkta kalan bir konu. 1964’ün eylül ayında, ilk 45’lik plağımı Fransa’da Fransızca olarak doldurdum. Dört şarkıdan oluşan o plağı arşiv olarak saklıyorum. Renkli, pırıl pırıl kapaklı Büyük Fransız komedyen, şovmen Henri Salvador yaptı benim plağımı, onun kendi plak şirketinde çıktı. Ve ben o plakla Europe 1, France-inter, Luxemburg gibi radyolarda programlara katıldığım gibi Olympia’da konsere bile çıktım. Arkada Franck Pourcel orkestrası çaldı. Franck Pourcel sahnede olduğu için çaldı tabii, benim için gelmediler oraya, ama ben Franck Pourcel ile şarkı söyleme mutluluğuna eriştim yirmi yıl önce.

Vokalleri Swingle Singers yaptı. Tabii onlar da benim için gelmediler oraya ama, ben Swingle Singers eşliğinde şarkı söyleme mutluluğuna da eriştim. Bunlar, dikkati çekerim, yirmi sene evvel oluyor. Benim cahilliğime, gençliğime, toyluğuma denk geldi bütün bunlar. Yeterince değerlendiremedim, duyuramadım. Zaten o dönemlerde ülkemizde müziğe bu kadar ilgi yoktu. Es geçildi, “Paris’te bir Türk çocuğu,” “Barış kim?” gibilerinden… Hatta hatta çok ünlü bir program yapımcımız, adını da vereyim, Engin Arman, Paris’ten bu plağın geldiğini görünce şaşırmış ve düşünememiş benim Türk olabileceğimi, üzerinde kocaman Barış Manço yazan plağı, “Fransa’da müzik yapan genç şarkıcı Bari Manso” olarak sunmuş. Annem programı dinler dinlemez, ayağında terliklerle fırlamış, taksiye atladığı gibi İstanbul radyosuna gitmiş, “Yaa, benim oğlumdan bahsediyorsunuz, onun adı Barış Manço’dur” diye.

Yurtdışına giden adam ilk ne yapar bilmem ama, ben 200 dolarımın yarısıyla hemen teyp aldım. Gitarım zaten vardı yanımda, geri kalan 100 dolarla da ufak bir yere yerleştim ve peynir ekmek yiyerek, teybe bestelerimi okudum. Bandı Fransız plak şirketlerine gönderdim. Ve Henri Salvador ilgilendi o zaman. Plakta dört Fransızca parça vardı, biri benim bestem, üçü Amerikan şarkılarından, o zamanki modaya göre. Ufak çaplı bir kariyerim oldu. Yani bitim kanlandı o zamanlar.

Çıt çıt twist

Ben Fransa’ya gitmezden önce, Batı formları dışında müzik üzerine düşünüyordum zaten. Fransa’daki plağım, ilk plağım değil, “ilk Fransızca plağım” aslında. Lise son sınıftayken, zaten üç plak çıkarmıştım. Bu üç plak o zamanki Grafson etiketini taşıyordu. Zaten o zaman Türkiye’de tek plak şirketi vardı 45’lik plak basabilen. Diğerleri, o simitçi tablası gibi büyük 78 devirli eski taş plakları basarlardı. Grafson, 45’lik plakları ülkemize getirdi ve ilk kez tabii Zeki Müren’in, Muzaffer Akgün’ün plakları çıktı. Ve ben de, o zaman........

© Journo