Muâşaka Mualla
SERİN bir Pazar seheriydi.
Uykuyla küs olduğumdan kendimi sokağa vurmuş yokuş aşağıya adeta yuvarlanıp sahile düşmüştüm.
Kuşlardan gayrı kimse yoktu. Şehir uyuyordu. Arada gaza sert basıp hız yapma sevdasına düşen aklı evveller olmasa bu sükûnet hâli daha çok huzur dolu olabilirdi ama buna da şükür. Şu gürültülü, uğultusu bol kentte bunu ancak sabahın seherinde bulabilirdiniz.
Benden söylemesi, eğer kendinizi kendinizde bulup biraz hemdem olmak isterseniz en uygun vakittir. Neşenize cıvıldaşan kuşlarda eşlik eder ki, tadı başka hiçbir şeyle değişilmez.
…
SELAMSIZ mahallesinden Üsküdar’a inip oradan denizin dalgalarıyla kalbimin ritmini eşitleyerek kendi derunumda Harem’e kadar yürümüştüm. Kimselere rastlamamış olmaktan ötürü yalnızlığın sefasını bölünmekten sürebilmek pek keyifliydi. Ağır adımlarla sola doğru bir kavis çizerek yokuşu tırmandım ve her zamanki gibi Sultanahmet ve Ayasofya ile Sarayburnu’nu gören banklardan birine oturarak seyre dalmıştım. Bir ses duydum sağ cenahımdan…
Taaccüp ettim ben nasıl göremedim oturan birini diyerek sesin geldiği yöne baktım.
“Ben Mualla evladım, selam ola” dedi. “Muâşaka Mualla diye ünlerler…”
…
EPEYCE yaş almış ama yaşlanmamış gibiydi. Ela gözleri iri ve ışıl ışıldı. Otururken bile uzun boylu ve endamlı olduğu âşikardı. Türkçesi ise ana sütü gibi berrak ve tertemizdi. Sağ elinde bir kahve matarası vardı avuçladığı. Sol eliyse bir kitabın üzerinde duruyordu.
Bu saatte kahve ve kitabı birleştirmek herkese nasip olmazdı hele de bu yaşta…
Asil olduğu oturuşundan belliydi. Cümlelerinin sarıp sarmalamasıysa gün görmüşlüğünün delili...
Başıyla yarı emir yarı rica içeren bir davet işaretini alınca kalkıp nezaketle yanına vardım. Elini öptüm.
Hiç çekiniklik........
© İstiklal
