Avuç İçi Hayatlar
TOPLU taşıma vasıtalarıyla seyahat ediyoruz.
Hepimizde öylesine bir telaş var ki, gören bizi “Pürtelaş” mahallesinde oturuyor sanır.
Hiçbir yere ve hiçbir şeye vaktinde yetişemiyoruz. Hızlı akan zaman ile bir yarışa girdik ki, sormayın.
Kimse kimsenin yüzüne ve haline bakmıyor. İttire kaktıra kendini vasıtaya atıp kendince bir yer bularak yerleşme derdinde. Oysa üç durak sonra inecek. “Mahkeme kadıya mülk değil” demiş atalarımız ama bizler üç duraklık koltuğu kendimize mülk edinme telaşındayız.
Hem bir yer kapıp oturan yolcular hem de ayakta kalmaz zorunda kalanlar anında cebine davranıyor ve cep telefonlarını çıkarıyorlar. Hiç kimse selamlamıyor, merhabalar unutulmuş. Yer verme olayı ise zaten tarihe karışmış durumda.
İnsanlar avuç içlerine sığdırdıkları telefonlarla dünyadan kopuyorlar.
Ne insanların yüzlerinden hayatı okuma eylemi kalmış ne de batan güneşi görebilme isteği…
Köprüden geçiyorsun ama İstanbul’un altın boynuzu boğaza bakmıyorsun. Yükünü almış gemilerin denizde ağırbaşlı seyirlerine görmüyorsun. Rızkını arayan balıkçılar da dikkatini çekmiyor.
Kibrinden dünyalara sığamayan insanlar olarak avuç içi kadar telefonların bizlere sunduğu sanal dünyaya sığdırıyoruz kendimizi. Ne büyük paradoks…
…
AVUÇ içi bizim için ne kadar mühimdi. Bebekler avuç içinden öpülürdü koklanarak. Bir de sevgililer…
Ortak kadere vurgu yapılırdı bu şekilde. Zira avuç içi çizgiler hayatımızın akışıydı. İnişleri, çıkışları yer alırdı. Kişiliğimizi yansıttığı düşünülürdü.
Avuç içini öpenler sevdiklerinin........
© İstiklal
