Ulemanın Dindeki Önemi Ve İmam Azam’ın Oğluna Vasiyeti
Bu yazımızda önce günümüzde en çok tartışılan konulardan biri olan “İslam’ı doğru anlama” meselesinde âlimlerin öneminden bahsedeceğiz; sonra da bunun müşahhas bir örneği olarak, müçtehit âlimlerin reisi kabul edilen İmam Azam Ebu Hanife’nin oğluna vasiyetini aktaracağız.
I- İslam’ı Doğru Anlamada Usul ve Metodun Önemi
Sözü hiç uzatmadan hemen belirtelim ki, İslam ancak gerçek İslam âlimlerinin anlayış ve aktarışıyla doğru anlaşılır. Bunun sebebini kısa bir muhakeme ile şöyle izah edebiliriz:
1- Yüce İslam’ın temel kaynağı Kuran’dır. Kuran, vahy-i metlüvdür (tilavet edilen vahiydir), lafzı ve manasıyla Allah kelamıdır. Onun hakiki müfessiri Cenâb-ı Hakk’tır. Ondan sonra da Hz. Peygamber Efendimizdir (s.a.v.).
Allah’ın ayetlerdeki muradını, bu ayetlerin nasıl anlaşılıp yaşanması gerektiğini beşer planında en mükemmel şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.) ortaya koyar. Bu bilgiyi sonraki nesillere aktaranlar ise sahabilerdir. Sahabenin bu emaneti kendilerinden sonraki nesillere güvenilir bir şekilde aktardığına dair inancımız onların udul olma vasıflarına istinat eder; yani bu güven ve inanç afaki değil, delillidir. Sahabenin udul olması demek, gerek Kuran olsun gerekse Sünnet (ve hadisler) olsun, Hz. Peygamber’den (s.a.v.) aldıkları emaneti koruma, ondan bir şey çıkarmama, ona bir şey eklememe hususunda son derece adaletli olmaları demektir. Kim onları Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında veya ondan sonra samimiyetsizlikle suçlar, mesela hadis uydurduklarını iddia ederse, bütün zamanların en seçkin zümresine büyük bir iftira atmış ve dolayısıyla onlara zulmetmiş olur. Dahası böyle bir yaklaşım Kuran ayetleriyle de çelişmek demektir. Çünkü sahabenin adaleti, güvenilirliği, samimiyeti ve Allah yolundaki fedakârlığı Kuran’da onlarca ayetle ortaya konmaktadır. ( Tevbe: 100, 40, Haşr: 8, 9; Fetih: 29 gibi.)
Bu ayetlerin tefsiri mahiyetinde Hz. Peygamber de (s.a.v.) sahabeyi meth ü sena etmiş, onlara dil uzatılmasını, onların aleyhine konuşulmasını şiddetle yasaklamıştır. Onlara tabiin ve tebeitabiin neslini de ekleyerek bu üç neslin en hayırlı nesiller olduğunu haber vermiştir.[1] Nitekim mezhep imamı kabul ettiğimiz müçtehitlerin önemli bir kısmı tebeitabiin döneminde yaşamıştır.
Buradan çıkan sonuç şudur: Mezhepler ard niyetli kimi çevre ve kişilerin iddia ettiği gibi, mezhep imamlarının indî / keyfî görüşleri değil, Asr-ı Saadet’ten gelen safi İslam’ın belli usul ve esaslarla ekolleşmiş şekilleridir.
2- Yüce Dinimiz İslam’ın ikinci kaynağı olan Sünnet ve hadisler, Kuran’ın açıklamasıdır ve onlar da vahiydir. Kuran’dan ayrılması babında bunlara vahy-i gayri metlüv adı verilir. Tıpkı Kuran gibi hadislerin de bize ulaşmasını temin eden, sahabilerdir. Dolayısıyla nasıl ki Kuran’dan şüphe etmiyorsak, aynı şekilde hadisler konusunda da son derece güvenilir şahitlerimiz olduğunu bilmemiz gerekir.
Hadisler tarihî süreç içerisinde belli esaslarla tasnif edilerek mütevâtir, sahih, zayıf vs. gibi isimler almış, bu husustaki çalışmalar muhaddislerce titizlikle tamamlanmış, bu çerçevede sayıları pek de fazla olmayan uydurma / mevzu hadis denen sözler de gerek metin gerekse senetleri üzerinde yapılan tetkiklerle diğerlerinin arasından ayıklanmıştır. Dolayısıyla bu hususta şüphe, şaibe ve tereddüde kesinlikle mahal yoktur.
Burada şu mühim gerçeğin de altını çizelim:
Kuran ve Sünnet’in müçtehit imamlar başta olmak üzere sonraki nesillere bozulmadan, değişmeden ulaşması ne kadar mühim ise, sonradan gelen nesillerin bu müktesebata bir usul çerçevesinde yaklaşması da en az onun kadar önemlidir. Usulsüz vusul olmaz sözü bunu anlatır, yani usul olmadan maksada ulaşmak mümkün değildir. Bu sebeple mesela İslami ilimler içinde tefsir ilminden önce tefsir usulü, hadis ilminden önce de hadis usulü ilmi gelmektedir.
Usule uymak hem isabet etmenin şartı hem de ilim ehlini hevâ ehlinden ayıran en önde gelen kriterdir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ümmetini bu hususta da uyarmış “Kim Kuran’ı kendi reyiyle tefsir ederse ateşteki yerine hazırlansın.”[2] buyurmuştur. Bir başka hadiste de şöyle buyrulmuştur:
“Kim de (bilgisi olmadığı halde) kendi görüşüne / fikrine dayanarak Kur’an’la ilgili söz söylerse / Kur’an’ı tefsir ederse, o konuda isabet etse bile hata etmiş olur.” [3]
İşte buradaki hata, tefsir metodundaki hatadır. Yani şer’i delilleri bir tarafa bırakıp salt ve rehbersiz akılla hüküm vermektedir.
O bakımdan biz Kurancıyız diyenler, Kuran’a böyle bir usulsüzlükle, hatta usulsüzlükten de öte, kopkoyu bir cehaletle, felsefi bir mantıkla yaklaşmaktadırlar. Bu sebeple sapkınlığa düşmeleri de kaçınılmazdır.
Bu iş o kadar ciddidir ki Kuran’ı ve Sünnet’i beraber kabul ettiğini söyleyenler de eğer usul ve metoda uymazlarsa sapkınlığa sürüklenirler.
3- Kuran’a ve Sünnet’e doğru bir usulle yaklaşmanın neticesi “İcmâ”dır. İcmâ, sahabe başta olmak üzere İslam’da öne geçen seçkin ulemanın, Kitap ve Sünnet konusunda ittifak ettikleri hususların dinde delil kabul edilmesidir. Onun için Kuran ve Sünnet gibi İcmâ da Müslümanlar için bağlayıcıdır.
4- Dini doğru anlamak ve yaşamak için, Kitap, Sünnet ve İcmâ’dan........





















Toi Staff
Gideon Levy
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein