Hakikatin Çölü: Leylâ ile Mecnun’daki Mekânların Dili
Bazı metinler vardır, yıllar geçse de dönüp dolaşıp yeniden okursunuz. Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnun’u benim için tam da böyle bir metin. Her okumamda başka bir yerinden yakalıyor beni. Bu defa hikâyedeki “mekân”lar dikkatimi çekti: Şehir, dağ, Kâbe, çöl… Mecnun’un çölü, bana bir anda başka büyük anlatıların mekânlarını hatırlattı: Peygamber Efendimizin Hira Mağarası’nı, Hz. Musa’nın Tur Dağı’ndaki tecellisini, Hz. Yusuf’un kendini bulduğu kuyu karanlığını…
Aslında bu üç anlatıda da, tıpkı Mecnun’un çölünde olduğu gibi, mekân sadece bir yer değil; bir eşiğe dönüşüyor. Hira, Hz. Muhammed’in toplum düzeninden uzaklaşıp kendi içine döndüğü, inzivaya çekildiği mağaraydı. Orada vahyin ilk kelimesiyle buluştu: “Oku!” Bir mağarada başlayan bu dönüşüm, tüm insanlık için yeni bir hakikat çağrısıydı.
Aynı şekilde Musa, ilahî sözle Tur Dağı’nda buluştu. Dağın tepesinde, yani maddî ve sosyal dünyadan yukarıda bir noktada, ses ona geldi: “Ben senin Rabbinim.” O yükselişin, o sessizliğin, o yalnızlığın içinden bir hitap doğdu. Yine şehirden, halktan, beklentilerden uzak bir yerde…
Yusuf’a gelince… Onunki bambaşka: bir kuyu. En derin, en karanlık yer. Ama bazen insan en dipteyken kendini bulur. Yusuf, kardeşlerinin ihanetiyle atıldığı o kuyuda, kaderini de, sabrını da, geleceğini de kurdu. Kuyunun karanlığı, onun iç aydınlığına dönüşen bir eşikti.
Şimdi düşünelim: Mecnun’un hikâyesi sadece Leylâ’ya kavuşamamakla mı ilgilidir? Elbette hayır. Bu hikâyede şehirler, çöle açılan yollar, dağlar, Kâbe, vadiler dekoratif bir işlev görmez sadece. Her bir mekân, kahramanımızın iç dünyasındaki değişimin bir parçasıdır.
Önce şehir… Bildiğimiz, tanıdık, kuralları net bir mekân. Toplumun düzeni var, dinî sınırlar belli, herkesin bir statüsü var. Mecnun’un da bir yeri var elbette. Ama aşkı onu bu yerden sarsıyor. Sanki o........
© İnsaniyet
