menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Sezai Karakoç’un Şiiri

38 0
09.05.2024

“Ölüm geldi bana düğün armağanı gibi”

Sezai KARAKOÇ

Türk-İslâm edebiyatı dünden bugüne muhakkak ki çok büyük şairler yetiştirdi. Yunus Emre’yle birlikte coşkuyla akmaya başlayan ve giderek yatağını genişleten şiir ırmağımız dünya şiiri içinde bu anlamda elbette ki büyük bir okyanus oluşturdu. Fakat bu şairler içinde kimileri vardır ki, onlar devirleri içinde bir ihya ve inşâ hareketi gerçekleştirerek öncü şairler, üstad şairler vasfını kazandılar. İşte Sezai Karakoç da çağı içinde bu tür bir nitelemeyi fazlasıyla hak eden bir şiir ustasıydı. Birazdan değineceğimiz sebepler yüzünden de kendinden önceki şairlerle bir alakasından söz edilse bile şiirimizde yeni bir dönemin zirvedeki ismi oldu. Zira onun reddedilemez bir şekilde kendine özgülüğü, özgünlüğü vardır. Dolayısıyla aralarında alaka kurabileceğimiz şairlerle münasebeti, bir ruh akrabalığından öte değildi.

Karakoç’un şiir tarihi yaklaşık olarak 1950’lerde başlar. Şiirimizin bu dönemde medeniyet ve kültür dünyamızdaki değişikliklere bağlı olarak hem yapısı hem de muhtevası büyük ölçüde değişmelere uğramıştı. Bir kırılmaydı yaşanan. Onca yüzyıllık şiir tecrübesi bir yana bırakılarak Tanzimat’tan itibaren yapılan pek çok deneme sağlıklı sonuçlar vermemiş, Cumhuriyetle beraber başlayan Garip akımıyla şiirimiz her şeyden önce şiiriyetini, duyarlık dünyasını, geçmişle bağını nerdeyse tümüyle yitirmişti. Böyle bir şiir ikliminde yazmaya başlayan Karakoç, her şeyden önce şiirimizin bu temel sorunlarını bilen bir şair sıfatıyla önünde duran bu şiir anlayışlarına iltifat etmedi. Aslında ilk şiir kitabı olması gereken fakat kitap halinde yayımlanması sonlara kalan ama o zaman süresi içinde elden ele, dilden dile dolaşan Monna Rosa” kitabı, bünyesinde asıl ve olması gereken şiir ve şair duyarlılığının anıt bir eseri olarak yanlış yollarda seyreden Türk şiiri için yeni bir sayfa, umut vadeden bir ses olmuştu.

Monna Rosa bir aşk şiiriydi elbette… Ama mısralar ilerledikçe bu yeni şiirin geleneksel halk, divan ve tekke şiirinin çağdaş bir yorumu olduğu, özellikle şiirimizin bu üç ana kolunu besleyen İslâm kültür ve medeniyetiyle yakından hatta içsel bir bağ kurduğu görülür. Nitekim Monna Rosa’yı izleyen Hızır’la Kırk Saat” bir medeniyet ihyacı ve inşacısı olan Karakoç’un nasıl bir şiir dünyası kurmak istediğini göstermesi açısından dikkat çekici bir kitaptır. Böylece Türk şiiri yeniden kendi olma, kendini bulma özelliği kazandı. Şiirimize peygamberler, veliler, uygarlığımızı ifadelendiren her unsur (şehirlerimiz, dağlarımız, ırmaklarımız, insanımız…) yeniden girmiş oldu. Gelenekle kopan halka yeniden bağlanıyordu. Üstelik bir taklide ve tekrara düşülmeden ve yeni bir yorumla yeni bir şiir anıtı yükseltilmiş olunuyordu.

Duruşunu böyle bir zemin içinde gerçekleştiren Karakoç, yarım asırlık şairlik hayatında Taha’nın Kitabı” ile başlayan, “Gül Muştusu”, “Körfez”, “Şahdamar”, “Sesler”, “Zamana Adanmış Sözler”, “Ayinler”, “Çeşmeler”, “Leyla ile Mecnun”, “Ateş Dansı” ile devam eden ve “Alın Yazısı Saati” ile biten süreçte “Monna Rosa” ve “Hızırla Kırk Saat”le açtığı şiir yolunda yedi eser daha verdi. Bütün bu eserlerinde, az önce yaptığımız belirlemeye uygun olarak misyonunun farkında olan bir şair sıfatıyla inşa fikrinden bir an bile uzak kalmadan, şiirimizin yaşadığımız devirde yeni bir yapıyla kurulması uğrunda çalışmalar yaptı. Böylece can çekişen şiirimiz onca olumsuzluğun içerisinde yeniden nefes alma imkânı buldu. Yunus, dili ve üslubuyla Karakoç’la yeniden dirildi. Süleyman Çelebi, Fuzuli, Şeyh Galip… çağımızın da şairleri oldular. Zira Karakoç’un şiir dünyasında bütün bu isimler ve şiirsel tutumları dünden bugüne taşındı. Gelenek yenilendi ve tortularından arınarak bugüne kan ve can veren bir imkâna........

© İnsaniyet


Get it on Google Play