Serdar Kacır’la Söyleşi
“evet bu bir rüya/ bende başladı ama/
kimde biter bilmem/ istersen sen de görürsün/
az biraz ruhuma kulak versen”
Dergileri yazarı yetiştiren, okuru ise besleyen bir mecra olarak gördüm hep. Dergiciler ise bu ortamı kuran ve istikrarlı biçimde sürdürmeye çalışan edebiyat yapıcılardır. Bazıları rolünü yeterince idrak etmese bile, Türk edebiyat geleneğimizde dergiler düşünce ve sanatı içinde taşıyan nehirler gibidir desek abartmış olmayız. Bir taraftan sanat üretimini teşvik ederken diğer taraftan da nitelikli eleştirileriyle edebiyatı diri tutarlar. Yazarın izini takip edip kendi sesini bulmasına, ilk eserinden itibaren muhatabının karşısına çıkarak bir okur zümresine ulaşmasına vesile olur dergiler. Sırat-ı Müstakim’den başlayan, Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat ile devam eden, sonrasında Mavera ile daha da çoğalan ve günümüzde varlıklarıyla edebi kamuya istikamet veren kıymetli dergilerimiz var.
Edebiyata yoğunlaşan ilgimin giderek arttığı, özellikle Viyana günlerime denk düşen ilk gençlik yıllarımın yansımasıdır Magrib dergisi benim için. Ali Işık, Muhammet Sağlam ve bendenizin editörlüğünde, ancak etrafımızdaki birçok arkadaşın maddi/manevi desteğiyle çıkardık Magrib’i. Türkiye’den uzakta olduğumuz ve üretilen edebiyatı yakından takip edemediğimiz bir dönemde, Magrib eserlerimizi yoğun bir eleştirel süzgeçten geçirdikten sonra yayımlayarak kendimizi yetiştirdiğimiz bir okul vazifesi gördü. Şairliğime katkısına gelince, elbette kendimi eleştirme konusunda yüksek bir cesaret kazanmama vesile olduğu için ayrı bir önem ifade etmekte. Sanatçı olabilmenin zor ve aşılması gereken ilk eşiğidir çünkü kendi eserini eleştirme cesareti.
İnsan müdahalesine maruz kalmamayı ifade ederken doğal kelimesini kullanırız. El değmemiş tabiata, doğa dememiz de bundandır. İnsanın kendi doğasına en yakın halinin çocukluk çağı olduğunu düşünüyorum. Henüz anne ve babasının, onu çevreleyen inanç, kültür ve yaşam biçimlerinin etkisinin yoğunlaşmadığı bir saflık dönemi. Kendimiz dahil, bizi içine alan bütün evrene bakarken bu saflığa ihtiyacımız var. Açıkçası hakikatin en çok bu saf halde kavranabileceği kanaatindeyim. Dünyaya alıştıkça, kendi doğasından uzaklaştırılan her şeyin artık başka bir gerçekliğin konusu olduğunu görüyoruz. Saflığını yitiren bir dünyanın bize iyi gelmeyeceği açık. Belki de şiirle yapmaya çalıştığım, hakikate en yakın olabileceğimiz bu saflık halini bulunduğumuz ana çağırmak. Bir kaçıştan çok, bilinçli bir kuşanma hali.
Sizin de ifade ettiğiniz gibi yazma eyleminden önce yaşanması gereken süreçler var. Tabi her şey okumayla başlıyor. Elbette ilk anlamıyla yani sadece kitap okumayla sınırlı kalmayan bir okumadan bahsediyoruz. Hakikatler tüm evrene dağılmış halde, bizim onları arayıp bulmamızı bekliyorlar. Ancak birimizin keşfettiğini diğerleri de peşinen keşfetmiş sayılmıyor. Her bir insan tekinin bizzat yaşaması gereken öznel bir durum bu. Benim açımdan, kendi idrakimi fark ettiğimden buyana olan bitenin ancak derinlikli bir bakışla anlaşılabileceğini keşfetmenin bir sonucudur yazma ameliyem. Okuduğum metinlerin özellikle şiirlerin yüksek çekimine kapılarak sarsıldığımı hatırlıyorum geriye bakınca. Özellikle şiirle kurduğum bağ bütün duygu ve düşünce dünyamı öylesine kaplamıştı ki adeta her şeyi şiir formunda görmeye başlamıştım. Bana kalırsa rüyasını görmediğiniz hiçbir şeye gerçekte de ulaşamazsınız. Evet, rüyamda şiir yazdığımı itiraf etmeliyim. En nihayetinde benim de bir parçası olduğum bütün bir alemi şiirle anlamladırdığımı düşünüyorum.
Diğer canlılara kıyasla insanoğlu kadar mekânla ilişki kuran başka bir varlık yoktur. Hatta mekânı insanın hayatından çıkardığımızda geriye pek bir şey kalmaz. Bunu sadece fiziki mekanlar için söylemiyorum. Mekâna ilişkin tasavvurumuz olmasa varlık alemiyle bağ kuramayız. Şiirlerimde sıklıkla mekânı konu edinmemin arkasında sanırım bu ontolojik yaklaşımın kuvvetli bir tesiri var. Özellikle gerçeklikle kesiştiğimiz noktada, mekân algımızın ruhumuzu tasvir etmeye çalıştığını hissediyorum. Aslında biz neysek mekân da o oluyor. İlk kitabım Uzak Ülkeme Doğru’da yer verdiğim Gökdelen isminde uzun bir şiirim var. Modern hayatın en önemli remzlerinden biri olan gökdelenle ilişkimizi konu ediniyor bir nevi. Çünkü yaşamayı seçtiğimiz mekânlar aynı zamanda bizi tanımlar ve şekillendirirler. Tabii mekânı, çok daha geniş anlamıyla ele aldığımızda; ta bezm-i elestten başlayan ve ana rahminden dünyaya gelişimizi de içine alan uçsuz bucaksız bir kavrayıştan söz etmiş oluyoruz. Şiirime yakından bakanlar bu kavrayışın izlerini muhakkak göreceklerdir. Ayrıca mekânın, insanın sığındığı ve güvende olmayı arzu ettiği maddi/manevi bir tarafı var. Hayat boyu hem fizik âlemde hem de ruhumuzda bahsettiğim bu mekânı arayıp duruyoruz. Herhalde ben de şiirle bu mekânı kurmaya çalışıyorum.
İlk........
© İnsaniyet
visit website