menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Timurtaş Hoca Üzerine, Tarık Yusuf Uçar ile… Cumhuriyet Tarihinin En Ateşli Vaizi…

27 19
09.08.2025

Kubbeleri inleten bir ses.
Davudi bir sada.
Celalli bir eda.
Heyecan dozu yüksek bir konuşma.
Dinleyeni hemen İslam için cihada koşturacak bir muhteva.
Kendinden emin, bazen yüksek bazen sakin bir tonda, Müslümana sorumluluklarını hatırlatan, aslında hakikatleri yüzüne çarpan bir vaiz.
Kaypaklığa, vurdumduymazlığa, boş vermişliğe, sahtekarlığa, samimiyetsizliğe,
tembelliğe, fısku fücura tahammülü olmayan bir hocaefendi.
Cumhuriyet tarihinde belki de en ateşli, heyecanlı vaazlar vererek kitleleri coşturan ama asla provoke etmeyen bir âlim.
Dinî konularla güncel olanı birlikte değerlendiren, ayet ve hadisleri geçmişte tutmayan bir yorumcu.
Kasetleri elden ele, kulaktan kulağa dolaşan, insanların kendisini dinlemekten alıkoyamadığı, bazı ifadeleri abartılı gelse de toplum psikolojisini çok iyi bilen ve uygulayan bir davetçi.
Ve inandıklarının bedelini mahkemelerde sürünerek, işkenceler görerek, sürgünler
yaşayarak, baskılara maruz kalarak ödeyen bir dava insanı…
Timurtaş Uçar hocaefendi, kısaca Timurtaş Hoca…
Babalar ve çocuklar sohbetinde Tarık Yusuf Uçar ile birlikteyiz. Hemen söze girelim…

Tarık Yusuf Bey, merhum babanız çok meşhur biriydi. Sizi de camiamız bilir ancak bize kendinizi tanıtırsanız memnun oluruz.

Bu mülakatın ilk sorusu en zor olanı. Babamı anlatmak kendimi tanıtmaktan kolay olacak. 1971 yılında Elaziz’de dünyaya gelmişim. İsmimi doğmadan bir hafta önce kapıya gelen bir hırpani bir dede koymuş. Bu eve bir erkek çocuk gelecek adını Yusuf koyun deyince Almanya’dan irşad görevinden dönen babam bunu duyar ve Ömer Faruk isminden vazgeçer. Ama görünen o ki nüfusa yazdırmasa da bu isimdeki karakteristiği kazandırmak için elinden geleni yapmış merhum.

İlkokula İstanbul Fatih’te başladım. Orta, lise, İstanbul Hukuk ve Marmara’da Sultanahmet Yerleşkede Yüksek Lisans hep Fatih’te geçti. Üniversite dönemim çok aktif geçti. Milli Gençlik Vakfı çatı oldu bize. Hukuk Bülteni adıyla bir süreli yayında 3 yıl yazarlık ve editörlük yaptım. “Hz. Ömer ve Adalet Geceleri” adlı düzenli organizasyonlarımızda 4 yıl boyunca hem yazıp hem oynadığımız tiyatro gösterileri oldu. İlim adamları ve dert ehli siyasi simalara konferans verdirdik. Bu çatıdan bugün dönüp baktığımda çok önemli yerlere gelmiş insanlar çıkmış. Kamuya açık yazmaya lisede başlamıştım. Komşumuz ve okul arkadaşım merhum Enver Ören beyin oğlu Mücahit’le İngilizce bir dergi çıkardık. Tabi Türkiye Gazetesi baskı tesisleri desteğiyle. MGV’de de Millî Gazete bize sahip çıktı. Okulda aktif olunca mezun olur olmaz bizi İBB’de göreve davet ettiler. Biraz ayak sürdüm. Erbakan Hocanın başbakanlık müsteşarı yargıtay mensubu merhum Osman Kadri Keskin amcamız meslek icra etmemi, İngilizce biliyor olmam sebebiyle akademiyi de ihmal etmememi istemişti ama nasip farklı oldu. 1994’te başladığım İBB çatısı altında murakıp, müdür, danışman olarak çalıştım. Ankara’da Mehmet Ali Şahin Bey Başbakan Yardımcısı olduğunda beni de Hukuk Müşaviri olarak görevlendirdi. Onun Fatih’teki bürosunda staj yapmıştım, komşumuz ve baba dostuydu. Kocaeli Büyükşehirde farklı dönemlerde daire başkanlığı ve genel sekreter yardımcılığı ve Sancaktepe’de de 10 yıl süreyle belediye başkan yardımcılığı yaptım. 2020 senesinde Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumuna başkan yardımcısı olarak atandım. 2024 yılına kadar sürdü bu görev. Zor bir bürokratik dönem başlamıştı. Biz 1998 yılında İBB Başkanı olan Erdoğan şiir okuduğu için görevden alındığında kurumda sıkıntılar yaşamıştık. 28 Şubat kuvvetleri bizi MGV’li diye fişlemiş, önümüzü kesmekle meşguldüler.

Bizi, takip edip listeleyen ve kurumda sivil savunma amiri olarak çalışan bir kişi vardı. 1. Ordu Komutanlığıyla sürekli irtibatı olan bu şahıs her nasılsa 35 sene görevde kaldı. En nihayet 15 Temmuz 2016 gecesi 1.Ordu’dan gelen darbecilere anahtarla kapıları açıp, sistem odasını işgal ettirdiği görüntüler basında yer aldı. Müebbet hapse mahkûm edildi. Oğlu da İBB’de lojistik merkez sorumlusu. Darbeden birkaç gün önce kumanya hazırlığına başlamış ve darbe gecesi sahaya inmişti. Ne tevafuk ki dün Resmî Gazeteyi okurken gördüm, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle kalan cezası affedilmiş.

Az önce dediğim gibi neredeyse 28 Şubat döneminde görmediğim bir bürokratik muamele ve tahammülsüzlükle karşılaştım. Bizi 98-99 yıllarında fişleyenler iftira mahiyetinde şeyler yazmamışlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse mürteci ve muhaliftik, yalan yok. Ama son dönem bizi fişleyenler, gördüğümüz kurumsal yanlışları söylüyor olmamızı mesele edip, siyasi ve idari muhalif olduğumuzdan tutun, Saadet Partisinden adaylık başvurusu yaptı diye bakanlarımıza, yardımcısı başsavcılarımıza ihbar ve iftira edecek kadar işi ayağa düşürdüler. Merhum babamın Mekke dönemindeki birtakım müşriklerin dürüst ve yiğitçe davranışlarını takdirle yâd ettiğini hatırlarım. Haklıymış. Çalıştığımız yerde yaptığımız işler veballi konular. Eskiler hatırlatır. Kurumda heyet başkanı olarak görev yapan merhum Prof. Ayhan Songar Hoca her toplantı bitip, dosyalar hakkında kararlar verilince, müzakereleri “Allah taksiratımızı affetsin” diyerek kapatırmış. Böyle hassasiyetler kalmadı yahut yadırganır oldu maalesef. Böyle insanlar da istenmez hâle geldi bürokraside. İtaat edip rahat etmenin, sadakat ve sorgusuz icraatın esas olduğu döneme girildi.

Bu süreçlerde çalışmanın imkânı da kalmamıştı. Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle görevden alındım. İstanbul dışına tayin ve birkaç kurum arasında sebepsizce gezdirildikten sonra düz devlet memuriyetime bakanlıkça son verildi. Şimdilerde ihmal ettiğim vakıf ve derneklerdeki sorumluluklarımı toparlamaya çalışıyorum. Bir Sıbyan Mektebi hayata geçirmeye Eyüpsultan’da 22 seneyi bulan Kur’an dersi halkasını devam ettirmeye çalışıyorum.

Timurtaş Hoca Vakfı adıyla kurduğumuz yapıda, Elâzığ ve Maraş depremlerinde ciddi işler yapmıştık. Tecrübeleri kurumsallaştırmaya çalışıyorum. Müslümanlar olarak son dönemlerde görünür hâle gelen bir varoluşsal anlam krizi var. Bunun sebep ve sonuçlarını tahlil etmeye ve bizden sonrakilere düz bir istikamet bırakmaya matuf çalışmalara kafa yoruyorum. Yazıp çiziyorum. Sonuçlarına katlanıyorum. Yüksek maaşlı, bol itibar ve ünvanlı kayıplar yaşıyorum, bunlar üzmüyor. Ama bu süreçlerde bir derde ortak ve bir davaya müdahil olduğumuzu sandığımız insanların tutumunu hayretle izliyor ve üzülüyorum. Merhum Timurtaş Hoca da memuriyet ve tebliğ hayatında bunları yaşamıştı.

İsterseniz en son soracağımı en başta sorayım: Rahmetli Hocamız ateşli bir vaizdi. Seveni de sevmeyeni de çoktu. Vaaz ve sohbetlerinden dolayı çok sıkıntı yaşadı mı? Takibatlara maruz kaldı mı?

Bunu belki daha spesifik bir ifade ile açıklarsak İstanbul İmam Hatip ve mezun olduğu Yüksek İslam Enstitüsü sonrası kamuyla, devlet makam ve mevkileri ile, organlarıyla karşılaştığı buluştuğu her adımda müşkilat yaşamaya başlamış olduğunu söyleyebilirim.
Bunların ilki muhtemelen askerlikle başlıyor. Belgesi olmadığı için daha öncesine girmeyelim.
Askerliğini Van Erciş’te yedek subay olarak yapıyor. Hemen öncesinde Tuzla Piyade Okulundaki eğitim birliğinde, birlikte askerlik yaptığı ve herkes tarafından çok saygı görerek eğitim subaylığı yaptırılan Bekir Ağabey diye hitap ettiği merhum Profesör Doktor Bekir Topaloğlu Hocayla da güzel eğitim günleri geçirmiş. Yine askeri yetkililerle başı ilk kez Van Erciş’te derde girmiş, askere dini tebliğ ve telkin yaparak irticai faaliyette bulunduğu için belirli süreli katıksız oda hapsine mahkum edilmiş. Bu dönemde yedek subay olduğu için rahatlıkla dışarıya çıkabilen Timurtaş Hocayı özel ev sohbetlerinden dolayı Ercişliler hiç unutmamış, uzun süren dostluğun da kapısı böylece açılmıştı.
Bu hâl gerek memuriyet hayatında ve gerekse tebliğ hayatında hep devam etmiş oldu. Yani tabiri caizse böyle başlayan bir hayat böyle devam etti ve böyle nihayetlendi. Devamında kendisinin de sık sık kürsülerde ifade ettiği gibi her yaşına mukabil ve muadil davalar açıldı. Mesela bir tanesinde “yaşım 48, hakkımda 48 tane dava var”, diğerinde bu, rahmetli olduğu seneye tekabül ediyor “55 soruşturmayla boğuşuyorum, yaşım da o kadar” gibi bir tespitini görüyoruz konuşmalarda.
Timurtaş Hoca, vefatına kadar 55 ayrı davadan yargılanmış ve hepsinden beraat etmişti. 56. soruşturması da vefatından sonra açılıp kapatılmıştır.

Onun ikinci bir ajandası asla olmamıştı. O, takdir edilmek, bir yerlere yaranmak ve menfaat elde etmek için değil yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak için konuşmuştu. Bugün de ilgi görmesinin sebebi bu olmalı. Ömrünün sonuna yaklaştığını bilmeden faaliyetlerini hızlandıran Timurtaş Hoca, 28 Şubat postmodern darbesinden de çok zarar gördü. Takibatlar ve tahkikatlar neticesinde vaaz veremeyecek hâle geldi. Artık vazifeye devam edemeyecek duruma geldiğini hissettiğinde erken yaşta emekli oldu. Ne var ki emekliliğinin dokuzuncu ayında rahmet-i rahmana kavuştu.

12 Eylül 1980 darbesi sonrasında yargılamalar tüm ağırlığıyla yüklendi sırtına. Askeri Sıkıyönetim Mahkemesi, Ağır Ceza Mahkemesi, Devlet Güvenlik Mahkemesi gibi farklı dönemsel yargılamalarla boğuştu. Tüm bu sıkıntılar içerisinde 163. maddeye dayalı yargılamalardan, 1991 yılında merhum Turgut Özal’ın girişimiyle 163. maddenin 141 ve 142 ile birlikte kaldırılması ve neticesinde biraz rahatladı. Ta ki 28 Şubat dönemi gelindiğinde zinde kuvvetler 312. maddeyi yani Recep Tayyip Erdoğan’ı da mahkum ettikleri maddeyi kanunun satırları arasından bulup icat edene kadar…

Timurtaş Hoca 163. madde kaldırıldıktan sonra biraz nefes almıştı ve ama hiçbir zaman kabuğuna çekilmemiş, yaşadığı kötü muamelelerden dolayı da korkmamış, kimseyi de korkutmamıştı.

Takibat ve davalar sıkıntılıydı ama esas gözaltı dönemindeki işkence ve kötü muameleler daha yıkıcı oldu.

Timurtaş Hocanın ilk ifadeleri İstanbul Emniyetinin Gayrettepe’de bulunan 1. Şubesinde alındı. Burası “literatürde” (haşa) Allah yok, peygamber de izinde denilen yerdir. Onun için burada merhametten bahsetmenin de hiçbir anlamı yoktur.

Darbe günü gözaltına alındıktan sonra haber alamadığımız babamız, hayli zaman sonra adeta evimizin kapısına atıldı.

Gayrettepe’de gördüğü işkence sırasında vücuduna elektrik verilen Timurtaş Hoca, bu nedenle sağ elinin iki, sol elinin iki ve ayaklarının birer parmağını kalan hayatında kullanamadı. Annemiz bu durumu uzun süre bizden sakladı.

Babamız, yaşadıklarını diğer din görevlilerine de “korkar, çekinir irşadı hakkıyla yapamazlar” diyerek uzunca süre anlatmadı.

Gayrettepe 1. ve 2. şube vardı meşhur. “Teşkilatı Mahsusa’dan önce Osmanlı’da 1. şube vardı ve istihbarata bakardı.” diyor bilenler. Osmanlı’dan bu yana 1. şube deyince akan sular durur, zira devletin gizli istihbarat işleri, devlet düşmanlarına karşı kontra işler buradan yönetilirmiş.

Burada kendisini 15 günde işkencenin her türüne tabi tuttular. Orada işkence gören birisi olan ve yıllar sonra beni çalıştığım kurum İETT’de ziyarete gelen Mustafa isimli bir Erzurum’lu ülkücü Ağabey şöyle anlatmıştı: “Hepimize elektrikle çok ağır işkence ediyorlardı. Hocamıza da aynı şeyleri yapıyorlardı. Parmaklardan cereyan vererek bazı şeyleri itiraf etmeye zorlanmıştık. Bir gün benim sorgu sıram Hocamdan sonraya kaldı. Bana da hayli yüksek voltajda elektrik verdikleri ve bazı cinayetleri kabul etmek istemediğim ve zorlandığım için çok sıkıntılı geçti. Geri kodese geldiğimde baktım ki Hocam iki elinin arasında bir şeyi tutmaya çalışıyor. Bir demir bardakta kendisine polis memurlarından bir tanesinin gizlice verdiği çayı bekletmiş. Bana aynen şöyle dedi: Mustafa kardeş, sen Erzurumlusun, çayı seversin, soyuk-moyuk ama al-iç, inşallah şifa olur. Ben orada içtiğim çayı asla unutmam, Hocamı da. Onun için sizi ziyarete geldim, size bir çay borcum var…” Gittik İstiklal Caddesi, Mis Sokakta çayları içtik veraseten ve vekâleten.

Merhumun çok özel hapishane arkadaşlarından biri de Ermeni asıllı kardiyolog Doç. Dr. Vart Şigaher’di. 94 yaşındaki Vart Hoca 2020 yılında vefat etti.

Şigaher Hoca, 1926 yılında Beşiktaş’ta doğan, İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitiren, kardiyolog olarak da mesleğini sürdüren bir doktorumuz ve merhum babamın da hapishane arkadaşıydı. Şigaher aynı zamanda iyi bir edebiyatçıydı ve eserler de kaleme almış. İstanbul Ermeni basınında Agos’ta çalışmış. Şigaher duyarlı ve sosyal birisi olarak tanınan bir kişiydi. Birçok kez patrik seçimlerinde delege seçildiğini öğrendik. Dr. Şigaher evli ve iki çocuk babasıydı. Şişli’deki muayenehanesine rahmetliyle birçok kez gitmiştik. Son görüşmemiz de iki sene kadar önceydi. 1980 Darbesinin insanlarımızın hayatlarını nasıl parçaladığını ama bir olan yaratıcının da kalpleri bu şartlar altında bile nasıl birleştirdiğini görmek bakımımdan ibretlik bir hikayedir babamızla olan arkadaşlığı. Vatandaşlara elektrikle işkence edilen “resmî kurumlarda” kurulan dostlukların kuvveti bile ruhen, tek başına bu ülkeyi barış içinde birlikte tutmaya yeter. Şartlar ne olursa olsun, bu ülkede bu bağa ihtiyacımız var.

“DİNLER DEĞİL, DİNDARLAR ARASI DİYALOG olur” derdi merhum babam.

Babadan gelen bu dindarlar arası diyalog hatırasını da anlatayım bu vesileyle. 80’li yılların ortası. Babamla birlikte Fatih’ten otobüse binip Şişli’de indik yine. Girişinde, “Dr. Vart Şigaher- Kalb ve Dahiliye” yazan lüks bir apartmana vardık. İsmin farklı oluşu dikkatimi çekmişti. Çıktık yukarı. Dr. Vart hararetle kucakladı bizi. Orta boylu güler yüzlü bir adam. Hâl hatırdan sonra muayene etti babamı. Ben dışarıda bekledim. Uğurlarken tekrar seslendi babama. “Bu cereyan illeti herkeste farklı bir arıza bırakıyor. Bende de var ama sen de yediğine içtiğine çok dikkat et…” Her ikisine de elektik vermişler Gayrettepe’de. Dışarı çıkınca merakla sordum. Kimdi bu adam ve nereden tanıyordu babam? Hapishane arkadaşıyız dedi. Aynı sıkıntıları ve işkenceleri çekmiş, Selimiye’de de beraber kalmışlar. Niye hapsetmişler ki deyince “aşırı dinci Hıristiyan” diye içeri aldıklarını söylemişti. Bir Müslümanın, gayrı müslim ve Ermeni bir kişiyle kurduğu bu bağ garibime gitmişti. Tabii Hz. Yusuf’un hapishane arkadaşlarını öğreninceye kadar.

Babamla aynı hücreye koyarken de, “ikiniz de aşırı dincisiniz ya anlaşın artık” demişler. Babam onunla her görüşmesinde, “yahu Hocam bak şu dünyada iyi günde, dar günde beraber olduk. Gel bizim tarafa ki öteki hayatta da aynı yerde olma imkânımız olsun” diye takılırdı. Birkaç yıl önce merhumun telefon defterinde eski muayenehane telefonunu görünce aklıma geldi. İzini bulmak için Milletvekilimiz Markar Esayan Beyi aradım. Sağolsun onu tanıdığını söyledi ve irtibat kurmamı sağladı. Telefon görüşmemizde Vart Hocanın sevinci görmeğe değerdi. “- Kuzum ne iyi ettin, aradın dedi. Babanla çok güzel hatıralarımız oldu. Yattık hapis beraber. Askerlerden bazen babanı tanıyan çıkıyor, el altından üzüm, peynir, ekmek getiriyorlardı. Baban hemen bana ikram ediyordu, hiç unutur muyum iyiliklerini” diye anlattı uzun uzun. En son kapatırken “ben ondan razıyım, haklarım helal olsun” diye de ekledi. Hiç zorlayıcı olmadan, kırmadan davete de üslubunca devam etti babam. İster Müslüman, ister Hrıstiyan, ortak düşmanımız inançları yok sayan ve zulmedenlerdi.

Gayrettepe’de bu sıkıntıları uğradıktan sonra yüzlerce insanla beraber kendisi Selimiye Kışlası’nın birkaç kat altındaki mahpushaneye konuldu. Orada yaşadığı bir hadiseyi de 12 Eylül döneminden önce Beyoğlu bölgesinde resmi imam hatiplik yürüten Halveti Piri Kasım (Yağcıoğlu) Baba şöyle anlatmıştı bana:

“Darbeden bir süre sonra beni, evin önüne gelen bir cemse (jeep) ile iki asker gözaltına aldı. Selimiye Kışlası’na götürüldüm. Kışlanın altı hapishane üstü askeri karargah olarak düzenlenmiş. En yukardaki komutan odasına çıktık. Orada darbenin kuvvetli isimlerinden 12 Eylül’ün 1. Ordu Komutanı Necdet Uruğ isimli bir paşa var. Beni epeyce beklettiler, daha sonra başkaları çıkınca komutanın yanına girdim. Elinde bir takım isimlerin yazılı olduğu bir liste vardı. Bana dönerek şöyle dedi:

– Şu listeye bir göz atar mısın Hoca!

Listeyi inceledim, hemen hepsi tanıdığım din adamları, tasavvuf erbabı ve söz sahibi insanlardı. Listenin birinci sırasında da merhum Timurtaş Hocanın ismi yazıyor. Tanıyorum yahut tanımıyorum diye herhangi bir yorum yapmakta tereddüt ettiğimi görünce Paşa dedi ki, “bak Hoca, ne için tereddüt ettiğini anlıyorum, ancak şunu bilesin ki biz bu listede var olan adamları asmayacağız. Çünkü cumhuriyet kurulurken vaktiyle bir zaman hocaları asmışlar. Ordunun adı da gavur orduya çıkmış. Bugün bunu yapacak değiliz ancak bu listede isimleri tespit edilmiş olan adamlara da hangi tür, ne kadar ceza vereceğimizi bilebilmek açısından bunları senden bilirkişi olarak öğrenmek istedik, Şimdi sen bize bunların hangisinin siyasi partilere bulaşmış olduğunu, hangisinin parayla pulla işi olduğunu, kimin dış mihraklı, hangisinin silahla-bıçakla işlerinin olduğunu söyle ki bizde ona göre iyiyi kötüden ayıralım…!

Belki birilerine faydam dokunur diye çaresiz bilirkişiliği kabul ettim. Beni yan taraftaki odaya aldılar.

– Sırayla çağıracağız hazır olun dediler. Kısa bir süre sonra Timurtaş Hoca olduğuna sonradan kanaat ettiğim, sakalı ve saçı kesilmiş olduğu için de tanıyamadığım birisi geldi.

İsmini söylediler de o zaman anladım kendisi olduğunu.

Hocamız, Beyoğlu yani benim bölgede senelerce cumartesi günleri vaaz etmişti. Benim yanımda sorgulamaya başladılar. Sorulan sorulara cevap veriyor ancak başını yerden hiç kaldırmıyordu.

Birkaç soru sonra, şu karşıda duran kişiyi tanımıyor musun diye beni işaret ettiler.

Hoca bana bakıyor ama tanımıyordu. Bir kez daha tekrarlayınca, ben ismimi görev yerimi söyleyip Hocam “beni hatırlamadın mı” dedim.

Timurtaş Hoca, “vallahi göremiyorum kusura bakmayın” dedi. Ben bunu Timurtaş Hocanın beni korumak için yaptığı taktik bir hareket, tanımazdan gelme gibi anladım ama durum öyle değilmiş.

Odada hazırda bulunup ifade alan binbaşı bana dönerek, “Hocanın dediği doğrudur, bir haftadan fazla yeraltında karanlıkta kalanlar görme yeteneğini geçici olarak kaybediyor, bir süre sonra geri gelir siz devam edin” dedi.

Neyse onlar soracakları soruları sordular, Hocanın da gözü açıldı selamlaştık tekrar alıp götürdüler.

Ben orada bana sorulan hocalarla ilgili Allah için aleyhlerine olacak şeyleri dile getirmeden, kurtarmaya gayret ettim elhamdülillah.

İstanbul Sancaktepe‘de görev yapan ve Yenidoğan‘da bir kurs müdürü olan Mustafa Hocamız da o dönem Selimiye Kışlası’nda mahkemede yazıcı olarak çalışmaktaymış. Kendisi bana şöyle anlatmıştı:

Annenizi ve yanında oğlunu yani muhtemelen seni günler boyu kışlanın önündeki bekleme noktasında çadırlarda görüyordum. Başörtülü bir insanın çaresizce gelip gitmesinden rahatsız oldum.

Ancak uygun bir vakti kollayarak birkaç hafta sonra, “ablacığım siz buraya sürekli geliyorsunuz, hayırdır sizin burada ne işiniz var, bu teröristlerin arasında?” diye sordum.

Mevlüde Hanım bana, eşinin hoca olduğunu, falanca görevi yaptığını, nerede olduğunu bilmediklerini, 15-20 gündür aradıklarını ifade etti. Ben de de imam hatip talebesi olduğumu, pazar günleri de çarşı izninde Timurtaş Hocayı dinlediğimi söyledim. “Ben onu bulacağım” dedim. Hakikaten de araştırınca kayıtlarda başka bir isimle kaydedilmiş olan Timurtaş Hocayı nezarethanenin en dibinde bulup, geri geldim. Anneniz bana, “bir ihtiyacı var mı?” diye elinde eşya dolu çantayla geldiğini söyledi. Bilahare manşetinde sabit kalemle gizli not yazılmış o gömleği getirdim. Tutuklama süresi, hak arama özgürlüğü gibi hiçbir hakkın bulunmadığı ve mümkün olmadığı bir sistemde aylar boyu bu hukuksuz tutukluluk sürdü maalesef. Nihayet arkasında hiçbir örgüt, siyasi parti, dış destek, irtibat ve istihbarat bulunmayan ve bulamayan cunta yönetimi Timurtaş hocayı tahliye etmek zorunda kaldı…

Sorunuz dolayısıyla cevap da vermiş olayım. Daha vahim daha enteresan bir durum var. Bazı soruşturmalar öldükten sonra da sürdürülmeye gayret edildi. Yani nasıl oldu diyeceksiniz. Kişi ölümle beraber tüm hukuki ve cezayı sıfatlarını kaybetmez mi? Kaybetmedi merhum. Mesela biz defin için izin almaya çalıştığımızda, yani resmi makama başvurduğumuzda ki vefat haberi gelince evimiz İstanbul Emniyet Müdürlüğüyle bitişik çünkü, bazı insanların hani toplanmış gelmiş olması dolayısıyla emniyette hemen bir alarm oldu. Ekipler evimize gelerek ziyaret edip bize nasıl bir cenaze töreni icra edeceğimizi, hangi yollardan geçeceğimizi, Namazı nerede kıldıracağımızı, defin işlemlerini nerede yapacağımızı, tüm bu süreci kendileriyle koordine etmemizi ve verilecek izin dâhilinde, onay dâhilinde yapmamızı, aksi takdirde doğacak tatsızlıklardan, medyana gelecek hadiselerden sorumlu olmayacaklarını ifade eden bir emniyet tedbiriyle karşılaşmış olduk.

Böyle olunca biz de o anın verdiği şaşkınlık çünkü hani görece genç yaşta meydana gelmiş, beklenmeyen ve yurt dışından görevlerden geldiği süre sonrasında medyana gelmiş bir vefat.

Bir şeylere karar vermeye çalışırken, İşte merhum Erbakan Hocamızın da kabrinin bulunduğu Topkapı tarafındaki Merkez Efendi Mezarlığına defnetmek istediğimizi söyledik.

Böyle olunca tabi orada bir izin meselesi gündeme gelmiş oldu. Arkadaşlar oraya bu gömü işlemini yapabilmemiz için resmî makamlardan izin almamız, defin ruhsatı çıkartmamız gerektiğini ifade etti.

Ama akabinde baskıya başaldılar. İl Emniyet müdür yardımcısıymış. Bir merasim düzenlenmesinin doğru olmayacağını, cuma namazı sonrası değil de başka bir vakitte, ve başka bir güzergahtan geçirilerek son vazifenin yapılması gerektiğini ifade ettiler. Tabiri caiz ise güvenlik soruşturması ve buna bağlı engelleme vefattan sonra da ortaya koyulmuş oldu.

Biz de şahsen dönemin koşulları içerisinde ne kadar itiraz edebilirdik. Sonuçta ortaya çıkan görüntü şu oldu: Biz istediğimiz camide Fatih’te ve öğlen vakti cenaze namazımızı icra ettik. Ama tüm sürecin devamı binlerce polisin katılımıyla geldiği, çok ciddi bir emniyet tedbiri zinciri ya da kontrolün altında onlar tarafından icra edildi. Yani kabristana kadar tabutu omuzlamak isteyen 10 binlerin olduğu bir yerde zorla araca bindirildik. Araç şoförüne hızlıca intikal etmesi talimatı verildi. İnsanlar aracın yanında yürüyebilmek için, bir ömür davasına yol tuttukları insana son kez yol arkadaşlığı yapabilmek için araca tutundular. Araç gitmiyor, adam gaza basıyor tekerleklerden dumanlar çıkmaya başladı, Fevzi Paşa caddesi üzerinde, önündeki insanları çiğneyecek, yanındaki insanları silkeleyerek dökecek. Müdahale ettim, bırakın Allah aşkına, çekip gidelim, şuradan demek durumunda kaldık. Sessiz sedasız gömdük birkaç insanla.

Olaylar pek orda da bitmedi. Yine içi evrak dolu dosyalar arasında sessizce gezindiğim bir gündü. Büyükşehir Belediyesi ana binasında bulunan odamızda rahmetli Hamza Kul kardeşimle çalışırken. Odaya hiç de alışık olmadığımız mahcup bir hâl içinde iki resmi polis memuru girdi. “Yusuf Uçar beye bakmıştık” dediler. “Buyurun arkadaşlar, bir konu mu var” diye sorarken yer gösterip oturttum arkadaşları. “Bir evrak mevzusu vardı. Birkaç birim dolaştık. Sizi bulduk. İmzanıza ihtiyacımız var” dediler. “Hayırdır ne evrakı” deyince bu kez hepten sıkılarak anlatmaya başladılar. “Avukat bey biz birkaç kez sizin ailenize ait ikametgahlara gittik. Fatih ve Çekmeköy’de babanızın bulunma ihtimali olan yerlere gittik. Mahallede yaptığımız araştırma neticesi semt sakinleri – oğlu belediyede çalışıyor dedikleri için çıkıp geldik. Biraz maceralı oldu ama sizi bulduk” dediler. Merakım hepten artmıştı ki önüme bir evrak bıraktılar. İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi başlıklı yazıda, Ankara’nın kudretli başsavcısı Nuh Mete Yüksel tarafından yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında Timurtaş Uçar’ın ifadesinin alınmak üzere adliyeye sevk getirilmesi talimatı vardı.

Hayatta yaşadığınız zaman ve mekânın gerçekliğinden emin olmadığınız anlar vardır ya, onlardan birinin içindeydim adeta. “Fesubhanallah” dedim içimden, “ya sabır!”

Tam cümleye başlayıp evrakta adı geçen kişi ifadesini verip dünyadan ayrılalı haftalar oldu diye cümleye başlayacaktım ki mahcup memur arkadaşlar söze girdiler. “Ama burada öğrendik ki kendisi rahmetli olmuş. Başınız sağolsun. Bizim üzerimizden de ağır bir yük kalkmış olacak eğer sizden bir ölüm evrakı, yahut mirasçılık belgesi varsa alabilirsek…”

Ben vefatının gazete ve televizyon haberlerine yansıdığını, ayrıca vefatı devlet hastanesinde vuku bulduğu için kolaylıkla raporlara ulaşabileceklerini filan anlatmaya çalışsam da memur arkadaşlar bir belge ve imzayla işi sağlama almaya kararlıydılar.

Veraset kararını çıkarmıştım Allahtan onu verdim. Tebligata imza atıp kimlik fotokopimi ekledim. Memur arkadaşları çay içirip gönderdim.

Her şey tamam da niye mahcuptular anlamaya çalışırken koridorun öteki ucundaki odasından gelen Meclis Müdürü Mahmut Ağabey girdi içeri. “Gitti mi memurlar?” diye sordu. “Evet Abi”........

© İnsaniyet