Hüseyin Akın ve Mersedesi Olmayan Babası “Baba, Erken Uyarı Sistemidir”
Hüseyin Akın, bir öğretmen, yazar, şair, öykü yazarı, hareket adamı, baba, dost…
Sürekli üreten bir insan. Okuyan, düşünen, yazan ve koşturan bir insan. Okuldan okula, şehirden şehire yol alan bir modern zamanlar öğretmeni. Üretken bir kalem. Mütevazı bir sanatçı. Fedakâr bir arkadaş. Bir iz bırakmak, gençlere güzel aşılar yapmak için çırpınan bir gönül. Bu sebeplerle olsa gerek, Rabbimin, zamanını bereketlendirdiği bir kalem. Maşallah farklı alanlarda pek çok eseri var. Babalar ve çocuklar serisinden kendisine selam verdik.
– Bilen biliyor ama sizi sizden tanımak isteriz hocam…
– 1965 yılında Sinop-Türkeli’de dünyaya gelmişim. İlk, orta, lise ve fakülteyi İstanbul’da okudum. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldum (1989). Ortaokul sıralarında şiir yazmaya başladım. Şiir yazmak o yıllarda kendimi daha anlaşılır kılmanın bir yoluydu. Köyden kalkıp İstanbul’a yerleşmeye çalışan bir göç kuşağıydık. Sadece başımızı sokacak bir kondu değil dilimizi mukim kılacak bir kültür arayışındaydık. Yerimi yadırgadım ve bu beni farklı dünya görüşlerinden ve alanlardan kitap okumaya sevk etti.
Lise yıllarım ders dışı alternatif kitaplar okumakla geçti. Başarı kavramıyla hiç aram iyi olmadı. Bol zayıflı karneler beni kısa mesafe koşucusu olmaktan kurtarıp uzun yola çıkmaya mahkûm etti. Maratoncu olmaya çalıştım. Lise ve fakülte yıllarım şiirime yol çizmekle geçti. Aslında ben ziraat mühendisi veya orman mühendisi olmak istiyordum, ama fen puanım yetmedi. Bazı şeylerin yokluğu ve eksikliği bazı şeylerin oluşmasına kapı aralarmış. Bu oldu ve ilahiyat bitirerek öğretmen oldum.
Dünyaya ve insanlara anlatacak şeyleri olanları kaderleri öğretmen yaparmış. Galiba bana da aynısı oldu. Sözüme hep dinamik muhataplar olsun istiyordum, Allah bana bunu nasip etti. Ömr-ü hayatımın kahir ekseriyeti öğrenci ve öğretmen olarak okullarda geçti. Bu yüzden kendimi öğrenci, hayatı bir okul olarak kavramaya yatkın bir tarafım olmuştur hep.
Nişantaşı Kız Lisesi, Sarıyer Rotary Anadolu Lisesi ve Kabataş Erkek Lisesi’nde uzun yıllar öğretmenlik yaptım. Öğretirken öğrendim. Birçok edebiyat dergisinin çıkmasına öncülük ettim, yayın yönetmenliği yaptım, mutfağında bulundum. İçimdeki mütecessis öğrenciyle bu sayede tanıştım. Milli Eğitim’in çeşitli alanlarında sahada çalıştım. Şiir, hikâye, deneme, biyografi, şehir kritik, sokak sosyolojisi, eğitim ve çocuk edebiyatı alanında birçok kitaba imza attım. Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptım ve kültür sanat yazıları yazdım. Radyo ve televizyon programları yaptım. TYB Deneme ödülü, Eskader şiir ödülü aldım. Seçme şiirlerim Farsça’ya çevrildi. Halen çeşitli mecralarda edebiyat alanında yazmayı sürdürmekteyim.
– Yoğun ve dolu geçen bir hayat maşallah. Babam ve Mersedes adlı bir kitabınız var. İlginç kitap isimleri buluyorsunuz. Babanızın bir mersedesi mi olsun isterdiniz? Nedir burada vermek istediğiniz mesaj hocam?
– “Babam ile Mersedes” 7. Şiir kitabımın ismi. Adını kitapta yer alan bu başlıkta şiirden alıyor. Kendi kuşağımın babalarını yazmak istedim. Yaşıtlarım ne zaman kendi babalarından söz açsalar sanki benim babamı anlatıyorlarmış gibi bir hisse kapılırım. Aynı yoksulluk, yoksunluk ve acılara sürünerek yaşamışlar. Hepsi cefakâr, zor zamanların babaları. Yaralarını göstermeyen. Başı dik ve onurlu. Biz şairler ve de çok bilmişler olarak eşya ile boğuşmamızda eşyaya yenik düştük. Onlar ise şair olmadıkları halde (“Sevgili babacığım ne çok şiir yazmadın” demiştim.) nesneyle, eşyayla boğuşup dize getirmeyi başarmış insanlardı. Aileyi devlet yönetir gibi yönetirlerdi. Hep durmayan arabaların peşinden koştular. Onları hiç Mersedes’le görmedik. Mersedes hep babalarımızın peşinden koştu. Mülkiyetle aralarına koydukları sütre ona ulaşamama değil ondan korunmaya yönelikti.
– Babanız yakınlarda vefat etti. Doya doya bir baba oğul muhabbeti yaşadınız mı? Sevgiden nasibinizi ne kadar hissettiniz?
– Evet babamın vefatının üzerinden dört yıl geçti. Hâlâ hayatımda onun önce yokluğunun boşluğunu hissediyorum. Varken, yaşıyorken bunun böyle olacağını insan kestiremiyormuş onu anladım. Ölümün ciddiyetini önce annemin vefatıyla sekiz ay sonra da babamın irtihaliyle fark ettim. Benim babamla muhabbetim dışa pek yansımayan içe dönük bir muhabbetti. Saygının sevgiye baskın gelişiyle ilgili bir durum olsa gerek. Babamla konuşmak ve paylaşmak istediğim o kadar şey vardı ki buna ne fırsat ne cesaret bulabildim ne de nasip olabildi.
Biz babalarıyla doğru düzgün konuşamayan bir kuşaktık. Edebiyata ilgimizin, şiir yazmamızın kaynağında önemli ölçüde bu vardır. Evi geçindirme, yedi çocuğa bakma, her birini evlendirip yuvasını kurmak için geceli gündüzlü çalışmaktan fırsat bulup bizimle uzun uzun sohbet etme imkânı yakalayamadı. Biz de bir türlü babamızla aramızdaki eşiği geçemedik. Yazdıklarımız bir tür babamızla konuşamadıklarımız ve ona anlatamadıklarımız desek abartı olmaz.
– Babasızlık ne demek? Zorluğu nedir?
– Çocukken babasız kalmak uçurumsa yetişkin yaşta babasızlık derin bir boşlukmuş, bunu anladım. İnsan anne babasının yokluğu üzerinde düşünmek şöyle dursun ihtimal bile yürütmüyor. Sanki onlar varlığımızı ayakta tutan varlıklardır. Önümüzden çekildiklerinde yıkılacağımızı hesaba katmadığımız için o değişmez gerçekle karşılaştığımızda dünya ıssızlaşıp daha bir gurbetleşiyor. Dünyanın yoğunlaşan gurbeti garipliğimizi her lahza yüzümüze vuruyor. Necip Fazıl üstadın diliyle söylemek gerekirse: “Küçükken gün battı mı bir köşede ağlardım/ Nihayet döne döne aynı noktaya vardım”
İnsan babası ölünce çocuk yetimliğine geri dönüyor. Bayramlar buruk, neşeler eksik, aile fotoğrafı tarumar oluyor. Kulak daha duyarlı bir organa dönüşüyor insanın babası ölünce. O baba eli gelsin de çocukluğumdaki gibi kulağımı çeksin diye bekliyorsun. Kulağın kirişte kapıdan çıkagelen bir babaya ayarlı hale geliyorsun. Dün söylenmiş ne varsa baba sözü açığını kapatmak için kulağına küpe yapıyorsun. Dünya bize bu gerçeği söylemeyi hep sona saklamış meğerse. Herkes şair değil ki babayı kaybedince içindeki heyelanı bir çırpıda Cemal Süreya gibi anlatabilsin: “Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü, kör oldum/Yıkadılar, aldılar götürdüler/ Babamdan ummazdım bunu, kör oldum.” Benim de babamı kaybedince böyle bir şeydi yaşadığım.
– “Babamın öğretmen olduğunu onun vefatından sonra anladım. Öğrettiklerinden sınav yapmıyor gibi görünse de bütün evlatlarını en büyük sınavlara hazırlıyordu. Meğer hayatımın her safhasında ondan ne çok tahtaya kalkmışım.” Diyorsunuz. Babanız öğretmen değildi ama size bir ömür öğretmenlik yapmış? Neler öğretmiş, nasıl bir talim ve terbiye işi bu? Her babada olur mu?
– Babalar hayatın içinden konuşup çaktırmadan öğretirmiş bunu sonradan öğrendim. Ne zaman ki baba oldum, o vakit babamın baba oluş formasyonu fark ettim. Farkı fark etmek gibi babaların evlatlarına öğrettikleri bir ders vardır, tefrik yetisidir bu. Nice sonra ayırdına varıyor insan bunun. Bir sürü okul okudum, sayısız öğretmenden ders aldım, buna rağmen ne öğrendim şunca zaman diye düşündüğümde zaman aralığından babamın öğrettikleri sanki kafasını uzatıyor gibi. İnsanın dikkatinin en dağınık olduğu dönem baba tedrisinden geçtiği dönemmiş, bunu herkes gibi ben de geç anladım. Benim kuşağımın babalarının ortak reflekslerinden biri de evlatlarına bir şey olacağını sezdiği zaman onların üzerlerine kapaklanmaktı. Bu içgüdüsel, fıtri bir refleks olduğu kadar başkaca bir savunma silahına sahip olmamalarıyla ilgiliydi. Ne dil ne de yazı ile kendilerini ve de çevrelerini savunabilecek imkâna sahip değildiler. Ümmîlik ve bilgelikle yoğrulmuş bir dünya idi onlarınki. Nerdeyse her dönem eve zayıflarla dolu karne getirdiğim hâlde benden umudunu yitirmeyip kızıp öfkelenmeden, “Oğlum, bu karne senin bugününü gösteriyor, yarınını değil. Yarının neler getirip götüreceğini bilemezsin, deveyi gütmek var diyardan gitmek yok!” diye karşılık vermesi değme pedagog ve eğitim kuramcısının bile ulaşamadığı bir seviyedir.
Verilen vazifeyi bahane üretmeden yerine getirmeyi ben babamdan öğrendim.
Para kazanmanın emekle ilgisini, para harcamanın ama para tarafından harcanmamanın bir manevi terbiye olduğunu yine bana babam öğretti.
Sabahın seher vaktinin bereketini, erken kalkmanın zihinsel ve ruhsal dinginliğini okuldan değil babamdan öğrendim.
Kanaatkâr olmak, azla yetinmek için kurslara gitmedim, babamdan öyle gördüm.
Az, helal ve temiz kelimeleri ilk öğrendiğim kelimelerdi.
İyiyi ve iyilik yapmayı öğrenmenin yolunun iyilik yapmaktan geçtiğini, bunun organize bir iş olmadığını fıtri bir refleks olduğunu yine babamın yaşantısından........
© İnsaniyet
