menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Edip Günenç ile Babalar ve Çocukları üzerine Halil Günenç: Millete Hizmet Yolunda Sebil Olmuş Bir Hayat

23 1
20.09.2025

Halil Günenç Hocamız, Allah’ın lütfuyla bir asırlık ömre yaklaşan Hocamız.

İlim erbabının, ilahiyat ve medrese çevrelerinin yakinen bildiği, tanıdığı bir âlim.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nda uzun süre imamlık, müftülük ve Haseki Dini Yüksek İhtisas Merkezinde ders vermiş bir müderris.

Mezun olanların çoğunun müftü olması Türkiye’nin Müftüsü olarak da anılan bir Hocaefendi.

Verdiği fetvalarla bir dönem ülkede en çok takip edilen adeta bir fetva emini.

Hiçbir zaman ilmi meselelerdeki tartışmalarda ayrıştırıcı olmamış, sert çıkışlar yapmamış, şöhret hummasına tutulmamış; vakur, mütevazı, gerçek bir âlim olarak okumuş, yazmış, ders ve fetvalar vermiş bir allame…

Hocamıza sıhhat ve afiyetler diliyoruz…

Her zaman kameralardan ve vitrinlerden uzak kalmış Hocamızı daha yakından tanımak istedik. Bunu en iyi yansıtacaklardan biri de muhterem mahdumu yazar Edip Günenç olur diye düşündük ve kapısını çaldık. Edip Günenç Bey kültür ve edebiyat dünyamızın değerli isimlerinden. Kendisiyle çok yönlü bir sohbet gerçekleştirmek üzere sorularımızı yönelttik…

Halil Günenç Hocam her ne kadar ilim ehli tarafından biliniyor ise de bize hayat hikâyesinden bahseder misiniz Hocam.

Babam, 1. Dünya Savaşı’nın bitip ikincisinin de hiç gelmeyeceği sanılan puslu ve gergin bir zaman diliminde dünyaya geldi. 1930 miladi yılında kendisi de Hoca olan babasının cer hocalığına benzer görev yaptığı bir köyde (Menda) doğdu. Nüfus cüzdanında doğum tarihi olarak 1933 yazıyor. Resmî kayıtlar öyleyken daha sonra doğrusunun ne olabileceği hususunda tahminlerde bulunulduğunu hepimiz biliyoruz. Aile hayatı bakımından önem arz eden bazı olaylar esas alınarak mukayeseler yoluyla, yaklaşık bir tarih üzerinde mutabakata varılırdı. Babamın yaptığı hesaplamalara göre birkaç yıllık sapmayla 1929 yılında doğmuş olması gerektiği ortaya çıkıyordu. İkinci sıradaki kardeşi Ali’nin doğum tarihini ise altmışlı yıllarda beraber Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı “Tekâmül Kursu”nda dönem arkadaşı Derik Müftüsünün beyanı üzerine yeniden tanzim etme ihtiyacı duydu. Sohbetlerinde Müftü Efendinin 1933 yılında eşkıya Bozo’nun tenkilinde görev aldığı tarihten yola çıkarak, annesinin; “Ali, Bozo’nun öldürüldüğü yıl doğdu” sözünü diğeriyle karşılaştırınca yaptığı hesabı revize edip, sonunda 1930 yılında karar kıldı. Bir insanın hayatında bu ayrıntıların belki önemsenmesini gerektirecek bir olağanüstülük yoktur elbette. Niyetim küçük bir fırça darbesiyle umulmadık detaylarla saçaklanan insan kaderinin derinlerine inildikçe karşılaşabileceğimiz şaşırtıcı manzaranın bir yanına ufacık bir ışık düşürmektir.

Halil Hoca, fakir bir ailenin çocuğuydu. Otuzlu yılların sonuna doğru şartların sevkiyle hoca olmaya karar verdi. Dilenmek üzere göç eden iki yaşlı kadının rehberliğinde Fransız işgalinde cazip bir görüntü veren Suriye’ye geçti. Kürt şeyhlerinden Ahmedé Hiznavi’nin meşihat sınırları içinde kalan, benim çocuk muhayyilemde dünyanın sonunda sandığımız, ancak neredeyse Kızıltepe’nin tam karşısında yer alan Amudé isminde kavruk bir ilçeye yöneldi. Kimin telkiniyle bilmiyorum, kendisi gibi Mardin’den Suriye’ye göç etmiş Hiznavili Şeyh Ahmet’in Halifesi Seyda Mella Abdüllatif’in öğrencisi oldu.

Babamın hafızasının oldukça iyi olduğuna ilişkin yaygın bir kanaat var. Gerçekten de bir defa dinlediği bir metni şaşırmadan olduğu gibi tekrarlayabiliyor. Fırsat doğduğunda hikemi veya dinî mahiyette öğütler sıralayan şiirlerden örnekler vererek hafızasını tazelediği oluyor. Bugün bile, şiir okurken hatıra olsun diye cep telefonuna kaydedenler oluyor. Muallakat şiirleriyle birlikte ismini hatırlamadığım daha bir sürü kitabı da ezberlediği bilinir. Babam bahaneler oluşturarak kendisiyle ilgili övünmelere tevessül etmedi hiçbir zaman. Bundan mahcubiyet duydu. Kendini anlatmazdı. Yaşadığı döneme ait beşerî malumatlar içeren bu hatıra ve anlatımların sonradan önem arz edebileceğine de ihtimal vermediğini sanıyorum. Mevzubahis din olunca sahih bilginin az, desteksiz anlatımların ise ilgiyle karşılandığı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Serçe büyüklüğünde kıyamet kadar çekirgenin tarlalara kara bulutlar gibi çöktüğü, trahoma ve sıtmanın yaygın olduğu kasvetli günler yaşanıyordu.

Tarikatların dinî hayatı tanzim hususundaki belirgin etkisine rağmen medreselerde takır tukur gramer ve mantık gibi neredeyse teknik konuların ele alındığı kitaplar okutuluyordu. Katı bir geleneğin kuşatmasında yaşadığımız dünyanın da hiç değişmeyeceği dümdüz bir hayat tasavvur edildiği anlaşılıyordu.

Halil Hoca, dinî hayatla ilgili kat ettiği merhalelerin tümünde iç içe yaşadığı tasavvuf ehline yönelik görünür bir muhalefet sergilemedi, aksine diplomatik diyebileceğimiz ve nezakete dayalı bir ilişkiyi hep canlı tutmaya dikkat etti. Tarikat önderleri uyguladıkları göz alıcı ritüeller sayesinde dinî hayatın tümünü etkilemeye devam etti. Gelenek tarikattan besleniyordu.

Babamın, hedeflediği şeye hızla odaklanan, mütehevvir bir yaratılışa sahip olması şaşırtıcı değildir. Mizacının eczane raflarını çağrıştıran bir tertibi olmadığı için neredeyse tedirgin ve muazzep bir iç dünyası olduğunu söyleyebiliriz. Çoğu insan yüzleşmek istemese de kendiyle barışık olmayan insan sayısı tahmin ettiğimizden fazladır. Sadi Şirâzi’nin; “İnsan yek katre-i hunest, sed hezârân endişe” dediği şekilde içi çatışık duygularla mülevven bir yapımız var.

Yetenek ve ilgisinin olması çok önemli. Bu süreç kolay geçiyor mu Hocam?

Kolay değil tabi. Babam öğrencilik yıllarında öne çıkan gayreti dolayısıyla kısa sürede mesafe kat etmiş ve hocalarının ilgisine mazhar olmuştur. Çalışıyor, ezberliyor, kendine hedefler tayin ediyordu. Hristiyan bir nüfusun da olduğu kozmopolit yapıdaki Kamışlı ’da sosyal hayatın nasıl tanzim edildiğine dikkat ediyordu. Arkadaşlarıyla sohbetlerinde Arap kıyafetine bürünüp sakal bırakan bir sürü casus hikâyesi anlatıyorlardı birbirlerine. O yıllarda dinî tedrisat için medreseye dâhil olan Cigerhun gibi Kürt şair ve aktivist de dolanıyordu ortalıkta. Bütün bu olumsuzluklara rağmen o yine de asıl amacından sapmadan ilim tahsiline devam ediyordu. O yıllarda Suriye’de, Amudé’de öğrencilik yapan amcam (ki babam ona ders vermişti) rahmetli Molla Muhammed’e, öğrencilik ve delikanlılık günlerinde babamın hangi özelliğiyle öne çıktığını sormuştum. Öğrenci arkadaşları onun çalışkan ve berrak hafızasına dikkat çekmiş, bir yandan da rekabet hissiyle olacak onun hassas ve kırılgan yapısına da işaret ettiklerini anlatmıştı.

Halil Hoca, isim yaptığı ve benim doğduğum Kızıltepe yakınlarındaki Kuleybin’e yerleşmeden önce önemli medreselerin yer aldığı Doğu ve Güneydoğu vilayetlerine tam süresini bilemediğim birkaç aylık bir seyahat yaptı.

İsim yapmış bazı hocaları tanımak, bu yolla da eksikliklerini tespit etmek ve fiili görgüsünü artırmak istiyordu. İletişim vasıtalarının olmadığı o dönemlerde bir ilden diğerine yolculuk, bulabilmişse ancak ayağında Cizlavet marka lastik ayakkabıyla yürüyerek mümkün olabiliyordu. Çok etkisinde kalmış olmalı ki zaman zaman yaptığı bu kasvetli yolculuklardan kesitler aktarırdı bize.

Bir keresinde birisiyle Diyarbakır üstüne yaptığı sohbete şahit olmuştum. Üzerinden yaklaşık elli sene geçmesine rağmen bir zamanlar geçtiği onlarca köyün ismini bir bir saymış, konuştukları köyün ağası ve aile bireyleri hakkında sorular yönelterek beni hayretler içerisinde bırakmıştı. Bitlis veya Muş taraflarında yaptığı bir seyahat ise hafızamda canlılığını koruyor. Hafızama kazınan bu olayı hatırladığım her seferinde Gogol’un “Ölü Canlar” kitabında geçen manzaralardan birisini canlandırdığı duygusuna kapılırım.

Babamın biraz mahcubiyetle anlattığı olay kısaca şöyle cereyan etmiş: Şarkta, muhtemelen Diyarbakır’ın üstünde Bitlis veya Norşin taraflarında bir arkadaşıyla birlikte yolculuk yapıyorlarmış. Mevsim sonbahar olmalı hem yiyecekleri yok hem de elbiseleri de ince ve akşam bastırmak üzere. Eğer ellerini çabuk tutup sığınacakları bir çatı bulmazlarsa ayazda kalmaları işten bile değil. Uğradıkları küçücük köyde iki arkadaştan ancak birini misafir edebileceklerini söyleyince arkadaşı ataklık gösterip orada kalmaya istekli olunca Halil Hoca açıkta kalıyor. Vakit geçirmeden içinde derinleşen bir endişeyle bir sonraki köyün yolunu tutuyor. Bir müddet yürüdükten sonra birkaç hanelik dağ yamacına sığınmış küçücük bir köye denk geliyor. Akşam namazından sonra cemaate aralarında misafir kabul edebilecek kimse var mı diye sorulduğunda iki üç kişilik cemaatin gözlerindeki fer, ansızın sönüvermiş. Neden sonra köylülerden biri çaresiz, onu misafir edebileceğini söylüyor. Birlikte evin yolunu tutuyorlar. Ev deyince de müştemilatıyla birilerini barındırmaya elverişli bir mekân algılanmamalı. Ev yığma taştan en iptidai şekilde kotarılmış tek odadan ibaret; ahırı ve yine biraz daha hallice ikinci bir odadan müteşekkil taştan yapma bir köy evi. Kalabalık aile o tek odaya döşekleri seriyor, Hoca da çoluk çocuğun arasına bir yere sığışarak neredeyse nefes almadan sabahı bulmak zorunda kalıyor. Babam bunu anlatırken o günden bugüne hlâ sürmekte olan bir mahcubiyetten kurtulamamış gözüküyordu.

Ne kadar sürdüğünü bilemediğim bu geziden sonra askerlik, ardından da Küleybin dönemi başladı.

İlim tahsili sona erince görev başladı. Tabi resmi değil fahri olarak ve ‘Seyda’ olarak bilindi.

Evet, ben kendimi bildim bileli, babam, yirmili yaşlarının başından itibaren “Seyda” olarak anılıyordu. İlim erbabıyla var olan ilişkilerinden kaynaklanan yoğunluktan başka halkın günlük sorunlarına dinî açıdan cevap bulmak üzere gidip gelen ziyaretçiler dolayısıyla da evimizin kalabalığı hiç eksik olmadı. Fakirliğin ve imkânsızlıkların kol gezdiği o dönemlerde her şeye rağmen bir kitaplık oluşturma hevesi de vardı. Dağlık köylülerin kaba ve nezaketsiz yaklaşımlarına oranla aşiret terbiyesi almış ova köylülerinin mültefit hitaplarının sonucu mudur nedir, Halil Hoca hayatının erken dönemlerinden itibaren gördüğü saygıyla belli bir statüye kavuşmuş gözüküyordu. Halil Hoca’nın, kuş olsan konmak istemeyeceğin düz, nebatsız ve çorak bir köyde isim yapmaya başladığını geriye dönüşlerle canlandırıyorum zihnimde. Hiç kar yağmayan, her nasılsa sadece bir dut ağacının dallarıyla gökyüzüne saçaklandığı değişmez o manzarayı yaşadığımız yörenin sabit kaderi sayıyorum. Halil Hoca buna rağmen tırnaklarıyla eşeleyerek ve durmadan çalışarak hedefine doğru yol almaya çalışıyor. Tabiatıyla kullarını geniş tuttuğu şemsiyesinin gölgesine alan Rabbinin himayesini de hiç unutmamak gerekiyor.

O günkü şartlar imkânsızlıklarla dolu bir yaşam sunuyordu. Çocukluğunuzda neler var Hocam bu anlamda?

Hafızamda babama ilişkin daha derin görüntülere ulaşmak istediğimde, üç dört yaşlarındayken Midyat’a bağlı Ziyaret köyündeyken yaşadığım bulanık görüntünün fotoğrafıyla karşılaşıyorum. Kapısından içeri girildiğinde iki büklüm olmak zorunda kalınan daracık bir evin boyasız kapı pervazına tutunmuş, tartsan ancak bir serçe ağırlığında olan pasaklı hâlimi hatırlıyorum. Kapının tam karşısında bir dizini kırarak oturduğu keçenin üstünden misafirlerin dikkatini çekmeden nerdeyse göz kaş işaretiyle kendisine gelmemi isteyen bir adam var. Asker elbisesi üstünde, esmer, kavruk ve bıyıksız hâliyle, çerçevelenmiş bir fotoğraf gibi hafızamdaki yerini koruyan o kişi, babama ait en eski görüntü olmalı.

Kuleybin’de işe başladığında sanki öğrencileri uzun süredir gelmesini bekliyor gibiydiler. Yirmiyi aşkın öğrencisi vardı. Urfa’dan, Diyarbakır’dan, Siirt’ten ve askerliğini Kızıltepe’de yaptığı için ismini duyduğu Halil Hoca’nın köyüne gelerek medrese öğrenciliğinde karar kılan bir de Ispartalı bir öğrencisi vardı.

Beş yaşlarındayken ahşap kapılara bir şeyler çiziktirmeye başladığım o yıllarda, saman kâğıdı defterlere o zaman yaygın olan uzunca burunlu otobüs resimleri çizerek beni dehşete düşüren bu sarışın ve mavi gözlü Ispartalı, Arapçaya da Kürtçeye de dili dönmediği için çenesi Pinokyo gibi tahtadan çatılmışçasına takırdıyordu. Kurşun kalemle yapıp silgi kullanmadığı o resmi nasıl çizdiğini havsalam almıyordu. Çizgilerle varoluşu resmetmek inanılmaz bir çılgınlıktı. Otobüs resmine daha sonraları Halfeti’de oğluyla aynı sınıfta okuduğum, başında kasketi hiç eksik olmayan bir komşunun alnı akıtmalı bir at kafası resim çizimini ilave etmiştik. Komşu atın sadece baş kısmını çizebiliyordu. Gövdesini çizmeyi beceremediği anlaşılıyordu; biz heyhat, sadece kafasına bakarak nal seslerini işitebileceğimizi hayal etmek zorundaydık. O gün bu gündür, iptidai ve sarsak bir duyarlılıkla da olsa her tür sanatsal yaratıcılığın tehlikeli olabileceğine kademe kademe inanmaya hazırladım........

© İnsaniyet