menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Cemil Meriç Üzerine Ümit Meriç ile… “Babamın Son Sözü ‘Muhammed Sevgilim’ Oldu”

21 0
13.06.2025

Cemil Meriç denince aklıma gelen ilk isim muhterem kerimesi, Prof. Dr. Ümit Meriç Hocamız.

Ve hayırlı evlat, kendisini anne ve babasına adamış bir insan denince aklıma gelen ilk isim aynı zamanda. Veysel Karani’nin annesine olan itaati, bağlılığı nasıl ki biliniyor ve anlatılıyorsa Ümit Meriç Hanımefendinin babasına olan hizmeti, bağlılığı da bilinmeli, anlatılmalı ve örnek alınmalıdır. Sekiz yaşında başlayan bu hizmeti babası vefat edinceye kadar devam etti.

Yoğunluğuna rağmen bizlere vakit ayıran, sorularımıza cevap veren hocamıza insaniyet ailesi olarak çok teşekkür ediyoruz. Bu sohbette hem Cemil Meriç’i hem de Ümit Meriç’i yakından tanıma imkânı bulacağız. Kendisine sıhhat ve afiyetler diliyoruz.

Bugün Cemil Meriç üstadımızın vefatının 38. Yılı. Rabbimden sonsuz af ve mağfiret diliyoruz. Mekânı cennet olsun.

Cemil Meriç, yerli bir düşünürümüz, hakikat avcısı bir zekâ, marifet arayıcısı bir gönül sahibiydi. Tefekkür, tedebbür ve tezekkürün insanı getireceği güzel noktaları yaşamış bir mütefekkir. Sürekli okuyan, notlar alan, dinleyen ve zıtlıklar âleminde doğruları bulmaya çalışan bir münevver. Eserleriyle bizlere yol gösteren bir müellif.

– Cemil Meriç dendiğinde akla gelen ilk isim Ümit Meriç. Bunda sizin sadece onun kızı olmanızın ötesinde bir özelliğiniz var. Son nefesini verinceye kadar onunla oldunuz. Siz 7-8 yaşlarında iken merhum babanız Cemil Meriç gözlerini kaybetti. Onu hiç yalnız bırakmadınız. Babayla böyle anılmak, hayırlı bir evlat olarak bilinmek en büyük bir hazine. Ne dersiniz hocam?

– Muhterem Efendim, elhamdülillah Rabbim bana toplumsal açıdan büyük şerefler lütfetti çok şükür. Yani 11 yaşında profesör olmaya karar vermiştim ve o amacıma ulaştım. Daha büyük şerefler de hayatımda bana layık görüldü. 2010 Avrupa Kültür Başkenti danışmanlarından biriydim. Şu anda Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Politikaları Kurulu’nun üyesiyim. 6 yıllık bir çalışmadan sonra yeniden aynı görevi Sayın Cumhurbaşkanımız uygun gördüler. Velhasıl anne oldum, torun sahibi oldum. Bunların hepsi çok güzel lütufları Allah’ın.

Fakat sanıyorum bana sorarsanız en büyük şerefiniz nedir diye. Göğsümde, dünyada da ahirette de iftiharla taşıyacağım bir cümlesi var babamın, kalbimde mahfuz olan. Hastalığın son demleriydi. Felç geçirdi. Son iki buçuk üç yılında, biliyorsunuz yatağa mahkumdu. Yani hem gözleri görmüyor hem eli ve ayağı tutmuyordu. Hakikaten Helen Keller gibi büyük bir imtihan, ikinci bir imtihan. Kendisini ilk demlerde çok korkuttu. “Ben şimdi ne yapacağım?” dedi. “Babacığım siz hiç üzülmeyin, ben hep sizin yanınızda olacağım. Yine her zaman olduğu gibi elimden geldiği kadar size yardımcı olacağım.” dedim. O zamana kadar yüzü karanlıktı. Karamsarlığı çehresine vurmuştu. Emin olun gözlerimin önünde karamsarlığının geçtiğini, yüzünün pembeleştiğini ve masum bir şekilde tebessüm ettiğini gördüm. Ve rahat bir nefes verip “oh” diye sırtını yastığına dayadı.

Şimdi aslında benim yaptığım bir evlatlık vazifesi. Ne diyelim, katmerlenmiş bir evlatlık vazifesi, göğsümde iftiharla taşıdığım… Aslında ben hiç sormazdım babama. Yani gayet tabii bir şekilde benim hayatımın bir parçasından fazlası, neredeyse bütünüydü babamın hayatı. Ama o akşam sordum. Felçli olduğu zamanın son demleriydi. “Babacığım benden razı mısınız? dedim. O zaman şöyle, başını yastıktan hafifçe kaldırdı. Sol tarafındaydı felç. Sağ eliyle şöyle bir alnını taradı. Sonra elini indirip dedi ki:

“Ümit, eğer dünya kuruldu kurulalı bir baba evladından razı olduysa, o baba benim.”

Malumunuz bir hadis-i şeriften öğrendiğimiz üzere annenin bedduasına sütü mâni olurmuş. Ama babayla Rabbü’l-âlemin arasında perde yokmuş. Babaların duaları kabul edilirmiş hiç şüphesiz. Velhasıl ben bu açıdan çok bahtiyar bir evladım, baba duası almış bir insanım. Bütün okurlarımızın da fırsat ellerinde iken bu fırsatı ganimet bilmelerini ve tabii ki hem annelerinin hem babalarının duasını almalarını yürekten dilerim.

– Babanızın gören gözü, eli ayağı olmanız, kendinizi adeta ona adamanız ilk andan itibaren düşündüğünüz bir durum muydu? Yoksa doğal bir seyir mi? Bu durumun en keyifli ve en zorlu yanı neydi? Kendinize ne kadar özel zaman ayırabiliyordunuz? Bireysel hayatınızı kısıtlanmış olarak hissediyor muydunuz? Kendinize özel zaman ayırmayı nasıl gerçekleştirirdiniz?

– Efendim, bu planlandı mı? diye soruyorsunuz. Böyle bir tırnak içinde “babaya adanma” refleksi. Geçen gün bir televizyon programında da gündeme geldi. “Gençlerin hâlinden şikâyet ediliyor” dendi. Ben de şöyle dedim:

“Gençliği itham etmeden önce biz büyükler olarak dönüp kendimize bakmamız lazım. Biz çocuklarımıza, torunlarımıza ne ölçüde örnek oluyoruz acaba? Her açıdan, ahlaki açıdan, insani açıdan. Benim önümde böyle bir örnek vardı. O da şuydu 5- 5,5 yaşındayım. Yani henüz yeni okula başlamışım. Çünkü ben çok küçük yaşta okula başladım. Yatılı okula başladım, Şişli Terakki Lisesi’ne.

Fethi Paşa Korusu’ndan annemle Üsküdar’a indik. Çınar ağaçlarının gölgesinde yürüyoruz. Meydana geldik. O zaman tramvay vardı. Kadıköy Üsküdar tramvayı. Tramvay önümüzden dönerek iskeleye gidip orada durdu. O sırada vapurdan inen yolcular oldu. İçlerinden bir zatın elinde bir baston var. Gözlerinde kara gözlükler var ve mütereddit adımlarla yürüyor. Ben anladım, gözleri görmeyen bir insan. Nasıl yürüyor acaba diye kendi kendime düşünürken bizim mahallemizde bir hacı amcanın üç tane oğlu vardı. Birisi Necmettin abi o zaman herhalde üniversite talebesi, yeni talebe, birinci sınıfta ve yirmi yaşında ya var ya yok. Bir baktım Necmettin abi de vapurdan çıkanlar arasında. O âmâ zata yavaşça yaklaştı ve bir şeyler söyledi. Ben duymuyorum ne söylediğini ama anlıyorum. Yani “İsterseniz sizi arzu ettiğiniz yere kadar götüreyim efendim.” demiş olacak ki o âmâ zatın yüzünde bir tebessüm belirdi. Teşekkür etti. Necmettin abinin koluna girdi ve iskelenin karşısındaki Mihrimah Sultan’a, beraberce gittiler. Şimdi bu bir enstantane. Ama emin olun babam gözlerini kaybettiği zaman bu sahne gözümün önüne geldi.

Necmettin abi, o gün o zata yardım etmişti. O adamcağız titrek adımlarla yürürken, ne yapacağını bilmez durumdayken, bir abi, bir insan olarak ona yaklaşıp yardım teklif etmiş olması ne kadar güzeldi. Bu güzellik benim içimde öyle bir yer etmiş ki babam gözlerini kaybettikten sonra ben çok üzüldüm, ağladım. Ancak Necmettin abinin örneğinden, o küçücük yaşta gördüğüm örnekten hareketle 8 yaşında babam gözlerini kaybettiği zaman son derecede tabii bir refleks olarak babama yardımcı olmaya niyet ettim. O zaman okula gidiyorum, kış ayları. Ama yaz aylarında Fethi Paşa Korusu’ndaki evimizin önünde mermer merdivenlerde altımıza birer yastık koyup, babama Cumhuriyet Gazetesi’ni ya da Büyük Doğu’yu okumaya başladım. Bu benim için çok tabiiydi.

Elbette annem, ağabeyim, babamın hayatında yer alan öbür yakın çehrelerdi.

Annem zaten ayrı bir kahramandır. Onun babama hizmeti, dünyada pek az kadına nasip olmuştur. Hani ben nasıl baba duası aldımsa, annem de öyle zevcinin duasını almış olan bir melektir diyebilirim. Yaz aylarında babamın talebeleri geldiği zaman ben tabii çekilirdim. Babam, onlarla meşgul olurdu. Ama onlar gittikten sonra mesela bizimle bahçede oyun oynardı. Babam da “kuka” diye bir oyun oynatmıştı bize. Görmeyen gözleriyle oyunu tarif etmişti.

Babamın babalığı, hocalığı, arkadaşlığı hepsi birbirine karışmıştır. Bu açıdan tek bir kimliğimden bahsedemem babamın. Tabii aradan zaman geçti ve biz büyüdük. Ama o zamanın şartlarında biraz sıkı bir disiplin içinde büyüdük. Yani ben bir kız çocuğuydum zaten. O günün şartları içinde ailemin izninin dışında hiçbir şey yapmam mümkün değildi. Ama benden 21 ay büyük olan ağabeyime de babam izin vermezdi. Bazen mesela daha ileriki yıllarda Göztepe’ye taşınmıştık, Saint Joseph’ten arkadaşı gelir: Argun Yum. Sonradan mühendis ya da mimar oldu. Çok çalışkan bir arkadaşıydı abimin. “Hadi gel Mahmut Ali Caddebostan’a plaja, denize gidelim” diye abimi davet ettiğinde babam çok sinirlendi ve “ne münasebet gelip seni böyle evden alıp götürüyor” dedi.

Bu tabii kontrollü özgürlük prensibine biraz aykırı ama doğrusu benden çok abim bu hâlden rahatsız idi. Bense daima ailenin huzurunun devamı için annemle beraber elimden gelen her şeyi yapmaya hazırdım. Abim de isyankâr değildi ama kendine göre kaçamaklar buluyordu.

Mesela abim Paris’e doktora yapmak için gitmişti. Babamın orada bıraktığı bir küçük para vardı. Annemin de yardımıyla oradan bir araba aldı. Volkswagen. Onunla İstanbul’a geldi. Sonra bizi de gezdirdi. Bir akşam ağabeyim, iki kız arkadaşım, komşumuz, ki biri avukat oldu, öbürü de rahmetli oldu Yüksel diye bir arkadaşımız. Abim bizi Çamlıca Tepesi’ne götürmek istedi. Babam buna izin vermedi. Yani düşünün ağabeyimin arabası ile ben de o zaman asistanım Çamlıca Tepesi’ne gideceğiz. Abim ve iki kız arkadaşımız gitti, ben evde kaldım. Tabii üzüldüm, sıkıldım ama yine de sesimi çıkarmadan mûti (itaatkâr) Ümit olarak devam ettim.

Bu benim herhangi bir şekilde dışarıdan gelen bir telkinle içselleştirdiğim bir davranış değildi. Ben böyle olmayı tercih ettim. Bundan da hiç şikayetçi olmadım açıkçası. Tabii ki “kendi hayatımı” yaşayamadım. Ama kendi hayatımı yaşasam ne değişecekti? Hani bu kendi hayatı da tırnak içinde söylenmesi gereken bir tabir.

Bir itirazım oldu bir tek defa. O da ağabeyim Paris’te. Arabayla gelmişti, arabayla gidecek. 1971 yılı, ben 1969’da asistan oldum, iki üç yıllık asistanım. Abimle beraber Paris’e gitmek istedim. Ve pasaportumu falan hazırladım. Babam dedi ki:

“İstemiyorum gitmeni.”

Sabah kahvaltı sofrasındayız. Hiç unutmadım.

“Ben, Paris’e gitmeni istemiyorum senin abinin arabasıyla” dedi yine net olarak.

Ben de böyle bir an durdum ve dedim ki:

“Babacım ben Paris’e gitmek istiyorum ve Paris’e gideceğim!”

Bu benim tek isyanımdır. Hiçbir şey diyemedi. Çünkü diyecek hiçbir şey yok. Yani masrafları da kendim karşılıyorum ya da annem veriyor. Paris yolculuğunun başlayacağı sabah, annem elinde bir su kabı, yolumuzun açık olması için arkamızdan dökecek. Ben de abimle beraber ellerini öptük, öpüştük. Onlar bize hayırlı yolculuklar dilediler. Ama ikisi de nasıl hüngür hüngür ağlıyor arkamızdan. Onları böyle gözyaşları içinde bırakarak gittik. Zaten 21 günlük bir seyahatti o. Ondan sonra tabii ki bir sürü kitap aldım babama da yarayacak olan. Ve Paris’ten döndüm geldim.

– Belki dünyaya okumak, düşünmek ve yazmak için geldiğini düşünen bir insan, genç yaşta gözlerini kaybeder. Görememek ona nasıl yansıdı? Arayışlarının sonlandığı anda yeni bir âleme hazırlığı çok uzun sürdü mü? Sonrasında nasıl teskin oldu? Bunu kabullendi mi? Bu yeni durumu anneniz Fevziye Hanım nasıl karşıladı?

– Takdir buyurursunuz ki o zaman kütüphanemiz 3-4 bin kitaptı herhalde. Ama bütün hayatını, düşünceye, insanlığa faydalı olmaya ve önce kendi dünyasını aydınlatmaya adamış olan bir insan babam. Ve birdenbire elektrikler kesiliyor. Film sona eriyor ve sinema salonunun elektrikleri bir daha yanmıyor. Film bitmiştir ama elektrikler yanmamıştır. Bu çok zor bir durum. İnsanların kendi psikolojilerine uyarlayabilecekleri bir felaket. Tabii ki babamın, kabul etmesi çok zor oldu. Günlerce ağladı. Bizim de söyleyecek pek bir sözümüz yok. Tedavi imkânı, çok ufak bir ümit. Hem fiziksel olarak herhangi bir müdahaleyi kabul etmeyecek kadar ışığını kaybetmiş hem tıbbî imkân olsa da paramız yok.

Babam bu yeni durumu çok zor kabullendi. Hatta “intihar edeceğim” demeye başladı bize. Biz yaz akşamları Üsküdar’daki açık sinemalara giderdik. Yine böyle bir yaz akşamı yürüyerek evimizden Fethi Paşa Korusu’ndaki, o muhteşem Köşk’ten yürüyerek Üsküdar iskelesine geldik. Mihrimah Camii’nde değil, Yeni Valide Camii, Hatice Sultan’ın Camii’nde avluya girdik. Yürümek istedi babam. Ağlıyordu. Annem, “siz biraz uzaklaşın, oynayın uzakta” dedi. Ben babamın hıçkırıklarla ağladığını duyuyordum. Babamla annem konuşuyorlar. Fıs fıs fıs fıs fıs fıs.

Daha sonra öğrendim ki annem ona şunu demiş:

“Cemilciğim, diyelim ki sen intihar ettin, kurtuldun ama biz ne olacağız? Ben ne olacağım? İki tane küçük yavrumuz var, onlar ne olacak? Böyle düşüncelere kendini kaptırma. Sen, çok zeki, hafızası gayet kuvvetli bir insansın. Ben sana okurum, çocuklarım okur, öğrencilerin okur. Sen kitaplarını ondan sonra yazmaya başlarsın. Emin ol ki hayat bu şekilde çok güzel olarak devam edecektir hepimiz için.”

Bu muhavere birkaç kere daha tekrarlandı ve annem babamı hayata bağlamayı başardı.

– Sizin için hem baba hem de hoca oldu merhum Cemil Meriç. Oyun havasında dil öğretti, okumalar yaptırdı, yönlendirdi, sizi yetiştirmeye çalıştı. Bunun sizin üzerinizde tesiri nasıl oldu? Bir ömür onunla olmanızda bunun etkisi var mıdır? Bu anlamda şimdiki babalara neler tavsiye edersiniz?

– Evet, bizim ilişkimiz tek boyutlu değil. Onun özellikleri çok boyutluydu. Aslında babam öfkeli bir hocaydı. Yani ilkokuldayken bu öfkeden nasibimi aldım. Ben zaten çok küçük yaşta gitmiştim. Yatılıda okuyorum. Okumayı öğrenememişim ama baştaki sayfaları ezberlemişim. Babamın o zaman gözleri de görüyor. Baştan okuttu bana alfabeyi. Tamam. Takır takır ezberden okudum. Birkaç sayfa sonra daha öğrenmediğim yere gelince ben tabii tökezledim. Babam anladı, öğrenmediğim ama ezberlediğim anlaşıldı. Bunun üzerine çok öfkelendi. Allah rahmet........

© İnsaniyet