menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Baba Yüreği

19 0
27.06.2025

Hayatının birçok başarısını uykusundan ödünç aldığı saatlere borçluydu. İnsanlar gecenin sessizliğine yenik düştüğünde o, ilmek ilmek işlerdi sabrı; ömrüne baht olacak günler için. Saat kurmak gibi bir alışkanlığı da yoktu. Bedeni ve ruhu bir saatin akrebi, yelkovanı gibi senkronize olmuş; gün doğmadan berekete râm olurdu. Bugün ise gözleri açık olduğu halde ne yataktan doğrulmaya mecali vardı ne de bir isteği. Yorganı boynuna kadar çekti. “Bugün istirahat edeyim.” diye geçirdi içinden ancak nasır tutmuş alışkanlıkları, bir asker disiplinini haiz kuralları rahat bırakmadı. Arif Bey’in rutinleri, yıllardır hiç değişmeyen ve çevresindeki herkesin de çok iyi bildiği bir hayat düzeni vardı. Üzerindeki bu kırgınlık da neydi? Hasta mı oluyordu? Hemen sildi kafasından bu düşünceyi. “Hadi bakalım Arif” dedi. Bir gayret bismillah çekti ve doğruldu. Yüzünü yıkayıp suretiyle göz göze geldi aynada. “Yaşlandın mı Arif ?” dedi. Geniş alnındaki orantılı ve derin çizgiler ne hatıralar taşıyordu yorgun ömründen. Kitaplara, inci tanesi gibi yazılara yoldaş olan gözleri; artık gözlüğü olmadan aynada kendine bile buğulu bakıyordu. Yüzünü bir kez daha yıkadı ama koca bedeninden almadı yorgunluğunu. Kır saçlarında hâlâ pes etmeyen, onu maziye bağlayan; ümit veren bir tutam siyaha çalan kısa perçeminden su damlacıkları yavaşça süzüldü şakağına doğru. Bu sabah ezanı bir başka kavurdu yüreğini. Pencereyi açıp sabah yelini selamlarken hüzünlü sabâ makamının etkisiyle kıyıya vuran dalgalar gibi yüreğini serinletti müezzinin nameleri. Bugün ne tadı vardı ne tuzu, sebebi belirsiz bir şekilde mecali yoktu hiç. “Hayrolsun bakalım” diyerek çantasını sıkıca kavradı ve âdeti olduğu üzere erkenden kampüse doğru yola çıktı. Odasına çıkan ikinci katın basamakları, ömrünün köşe taşları gibi çekiyordu yorgun bedenini. Oysaki üniversitede asistanlığa başladığı günlerde koşarak çıkardı bu basamakları, yorgunluk nedir bilmezdi; nefes almadan hızlı hızlı yürür, işlerini geciktirmeden yapardı. Son basamağı çıkınca dolu bir körükten çıkan buhar gibi derin bir nefes verdi, durdu…Odasının kapısını açarken kapıdaki isimliğe takıldı gözleri. “Prof. Dr. Arif …” Yoksul, küçük bir çocuğun yüzündeki tebessüm gibi saf bir mutluluk belirdi içinde. O isimlikte ne hatıralar saklıydı; babasının gururu, annesinin gözyaşlarına karışan duaları, gençliğinin baharında döktüğü alın teri ve daha neler neler… Kavruk ve olgun bir başak gibi eğdi boynunu, mütevazı bir şekilde odasına girdi. Masasında yolunu gözleyen taze bahar çiçekleri gibi karşıladığı doktora tezleri vardı. Vakti unutup dalıp gitti. Okumayı öğrenmeyi bir ibadet aşkı ile yapardı. Onu belki de şu hayatta en çok dinlendiren huzur veren şeydi çalışmak.

Kapıdan gelen sese kaldırdı başını, kapının tıklandığını bile duymamıştı.

-Hocam merhaba gelebilir miyiz?

Dalıp gittiği âlemden hızlıca çıktı, “tabii tabii hocam buyurun lütfen” dedi. Yan odadaki arkadaşı Haşim hoca; “gelin bakalım gençler” diye seslendi. Kapının önündeki asistanları ve doktora öğrencileri içeri girdi. Ellerinde bir pasta ve rengârenk bir çiçek vardı. Şaşkınlığını bir anda üzerinden atarak “çocuklar!” diyebildi sadece; zaten oldum olası duygusal bir adamdı Arif hoca. Hemen göz çukurları nemlenirdi.

-İyi ki doğdunuz hocam, iyi ki varsınız hocam…

Alkışlarına genç seslerindeki neşeli gülücükler eşlik ediyordu. Duygulandığını belli etmemeye çalışarak gülümsedi.

-Haşim hocam, çocuklar niye zahmet ettiniz çok teşekkür ederim. Ben bile unutmuştum doğum günümü.

– Arif Hocam biz unutsak da gençler unutmuyor, bize yaşlandığımızı hatırlatıyorlar, diye cevap verdi Haşim hoca. Hep birlikte gülüştüler. 63 yaşına girmişti emektar profesör, eskiden olsa orta yaştayız ne yaşlanması derdi ama şimdi dili varmıyordu böyle demeye, şimdi sanki bir anda yaşlandığını hissetmişti. Mücadeleyle gönül yorgunlukları ile geçen günleri bırakmıyordu böyle düşünmeye. Son yıllarda yaşı arttıkça omuzundaki yükleri de artıyordu. Dizleri ele veriyordu bedenindeki ağırlığı. Bir garip oldu, ne zaman bu yaşa gelmişti; çok değil daha dese de kafa kâğıdı eskiyordu artık. Öğrencilik yılları düştü hatırına, böyle elli beş – altmış yaşındaki hocalarına ihtiyar derlerdi. Öğrencileri şimdi de onun için ihtiyar diyorlar mıydı acaba? Yıllardır kahrını çeken koltuğuna usulca bırakıverdi kendini. Gözlüğünü taktı ama aklı başka âlemlerde yüzüyordu. Kendini çeken bu yaşlılık hissiyatından kurtaramadı. Arif Hoca’nın keşkeleri, eyvahları çok yoktu. Ama işte dönüp dolaşıp kalbini sızlatan meseleler vardı. Eski sabrı, tahammülü de kalmıyordu her geçen gün. İhtiyarlık alametleriydi işte, kabullenmesi zor olsa da… Birkaç kez önündeki metinlere yöneldi ama olmuyordu. “Çıkıp bir hava alayım hele” diyerek doğruldu yerinden. “Ahmed’in yanına gideyim.” diye geçirdi içinden, çantasını aldı ve çıktı. “Aramaya gerek yok, nereye gidecek?” dedi kendi kendine. Dertleşeceği dostları da olmasa çekilir miydi bu hayat? Bu efkârını ancak onun latifeleri, muzip hicivleri dağıtabilirdi. Arabasına binip yola koyuldu. Ahmet Hoca emekli öğretmendi. Arif Hocayla mesleğe birlikte başlamışlardı. İstanbul’da bir bekâr evini paylaşıp çorba tasına birlikte kaşık sallamışlardı. İki sene aynı okulda görev yaparken ve aynı evi paylaşırken ömürlük dostlukları başlamıştı. Emekli olunca Çamlıca Tepesi’ne çıkan yokuşta mütevazı bir dükkân tutup sahaf olmuştu. Arif Hoca, ne zaman bunalsa ahretliğinin kahvesini içmeye gider, yükleri hafiflerdi. Yine öyle yaptı ama sahaf kapalıydı. “Ahmet buraları boş bırakmazdı ama” dedi.

Yandaki dükkâna girip selam verdi.

-Nerede bizim hoca?

-Memlekette bir yakını vefat etmiş hocam, dün yola........

© İnsaniyet