Üstad’ın “Masal” Şiiri ve Yabancılaşma Üzerine Sosyolojik Bir Okuma*
Yabancılaşma, insanlık tarihi boyunca en çok tartışılan, üzerine fikir yürütülen, nedenleri ve nasılları ile en çok irdelenen başlıkların arasında gelir. İnsan diğer canlı türlerinden farklıdır. Çok basit bir sosyoloji tespit ile belirtsek, değişime uğrayabilir ve değişim sonrası başkalaşıma kadar giden ruh hali ile kabuğuna çekilebilir, tepki geliştirebilir, kendinden kaçabilir. Bu davranışların sonucunda içinde yaşadığı toplum ile uyumsuz bir hale gelip yabancılaşabilir.
Yabancılaşma kavramı, uzun bir zamandır hayatın her alanında kendini hissettirdi. Edebiyattan plastik sanatlara, sosyolojiden felsefeye kadar uzanan her kültürel faaliyet alanı için neredeyse saplantılı bir çekicilik kazandı.
Bu açıdan Camus’un yabancı kahramanı gibi benliğinden kopan birey edebiyatın bütün alanlarında karşılaşılan bireydir. Bu birey, sinema ve edebiyat iç geriliminden beslenen yalnızlık duygusu ile acı çeken parçalanmış kişilik olarak bireyleri anlatır[1].
Farklılaşma, insan kendisini veya nesneyi yorumlarken nesnede ya da kendisinde ilk tanımlama dışında başka bir davranış ya da hal üzere olma halidir. Bu davranışın ilk tanımlamadan farklı olarak başka bir forma dönüşmesinin sosyal ve psikolojik nedenleri vardır. Biz insanın ilk halini “Öz” diye adlandırsak sonradan oluşan hali de “Özden Sapma” veya “yabancılaşma” olarak adlandırabiliriz.
Yabancılaşma (Alienation) genel olarak, kişinin içinde yaşadığı topluma, kültürel değerlere ve rol dağılımına karşı ilgisinin kaybolması, değer ve normları anlamsız görmesi, kendisini güçsüz ve yalnız hissetmesi[2], bir kimsenin kaybettiği bir kısım hususiyetlerinin kendi dışındaki bir varlıkta bulunduğunu fark etmesi halini; veyahut dışsal etkenler ile beraber şahsiyetini kaybetmiş kişi veya gurupların bu duruma karşı kazandığı şuur[3] şeklinde de tanımlanabilmektedir.
Kavramı, sosyal bilimlerin her bir dalı tarihsel süreç içinde kendi bakış açısı ile tekrar yorumlayarak farklı yönlerini ön plana çıkardı. Kimi nazariye bireyin ürettiği meta üzerindeki etkisinin sınırlaması ve söz hakkının sona ermesini ön plana çıkarıp diğer etkenleri sınırlı gösterdi. Bu alan daha çok Marksizm’in ekonomi yorumlaması üzerine geliştirdiği bir tezdi ve bu teze aşağıda değinileceğinden şimdi sadece emek ve yabancılaşma arasındaki ilişki olarak başlayıp diğer yabancılaşma alanına geçelim.
Diğer bir yabancılaşma alanı ise, “Öz” olarak iyilik üzere yaratılan insanın kendi benliğine yabancılaşması ve iyilik üzeri olan “Öz”den sapması olarak yabancılaşma tanımlanabilir. Kadim dinlerin baştan beri üzerinde durdukları yabancılaşma çeşidi bu yabancılaşmadır. Kadim dinler, insanı temiz bir fıtrat üzeri yaratıldığı fikrinden hareket ederler. Her ne kadar kadim dinlerin bir kısmının sonradan tahrif olmanın da etkisi ile “Öz”ün kirli olduğu ve doğumdan sonra temizlenmesi gerektiği şeklinde yaklaşımları olsa da genel olarak ilahi dinlerdeki yalın mesaj kişinin iyilik üzeri doğduğudur.
Yabancılaşmanın en yaygın alanlarından bir tanesi kültürel yabancılaşmadır. Bu yabancılaşma türü kişinin içerisinde yaşadığı toplumsal normlara mesafe koyması, zamanla kendisini onlardan bağımsız yorumlamasıdır.
1.1 Emek, Üretim ve Yabancılaşma
Yukarıda değindiğimiz üzere yabancılaşmanın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanın kendi eylemlerinin kendi içsel yapısı üzerinde etkili olduğu gün aynı zamanda yabancılaşmanın da başlangıcı olan gündür.
Yabancılaşmayı merkeze alan temel tezlerden bir tanesi Marksizm üzeri yorumlanan tanımlamadır.
Marks’ın uzun okumalar sonucunda yabancılaşma konusunda vardığı sonuç; insanlık halinin kaçınılmaz bir parçası olarak değil, kapitalizmin bir sonucu olduğunu belirtmesiydi[4]. Bu sonuca varmak için yaptığı çalışmalarını uzun bir sürece yayar. Bu konuda yaptığı ilk çalışmalar Hegel üzerine yaptığı çalışmalarıdır. Marks’ın ilk metinlerde aslında çalıştığı şey kapitalizm eleştirisi olan “yabancılaşmış emek teorisi” değildi. Bireyin bir vatandaş olarak devlet ile ilişkilerindeki siyasi yabancılaşma onun felsefi, siyasi düşüncelerinin başlangıcıydı[5].
Hegel de bu kavramı kendisinden öncekilerden almıştı. Fakat o da öncekilerin kavramı ilk kullandıkları şekille kalmamış ve ona yeni anlamlar vermişti.
Hegel, yabancılaşmayı, kendi dışında hissedilen, varlıklarda (eşyada) kaybolmuş, mahrumiyet içindeki ruhun halini karakterize eder[6]
O, her çeşit emeğin yabancılaşmış emek olduğunu, çünkü şartlar ne olursa olsun kişinin ürettiği emekten ayrı kalacağını belirtir[7]. Hegel, bir idealistti. Çalışmalarında da her şeyin neticede Tanrı’nın zihninde fikirler olduğunu dile getiriyordu. Bu yaklaşımı özellikle materyalist felsefeciler içinde tartışma alanına dönüştü. Bu nazariyeye ilk karşı çıkan, Alman sol Hegelci filozof Feuerbach’ti.
Feuerbach, yabancılaşmayı Hegel’den farklı olarak tamamen maddi olana indirdi. Daha sonraları “Tanrı insanın özgürlüğünü denetler ve köleliği artırır” şeklinde evirilecek Sosyalist bakış açısına büyük katkılar sundu.
Marks da sonraki süreçte genel olarak Hegel’ in bu konudaki yaklaşımını reddeder. O da Feuerbach gibi üretimin maddi olan ve ruhsal olan yorumlamasına karşı çıkar.
Ona göre dünyada kendimizi gerçekleştirmek için önemli olan şey düşünce değil, bilinçli üretim faaliyetleridir[8].
Feuerbach, insanları belirli toplumlarda, belirli şekillerde yaşamaları gereken doğuştan sosyal varlıklar olduğunu düşünür. Ona göre insan faaliyeti felsefi ve dini fikirlerden önce gelir. Fikir akımları insanın nasıl yaşayacağını belirlemez, fikirleri belirleyen yaşam şekilleridir.
Marks, önce Hegel’i idealizme saplamakla eleştirdi. Marks’ın Hegel okumalarının çoğu Feuerbach üzerinden okumalardı. Fakat Feuerbach’ in yabancılaşmanın eğitim ile aşılabileceği tezine karşı çıkarak yabancılaşma konusunda ondan da ayrıldı. Feuerbach doğayı statik görürken; Marks, onu sosyal ilişkilerin bütünü olarak gördü. (dan swain 18)
Hegel ve Feuerbach ile yabancılaşma tinsel olan ve doğa konusunda ayrışan Marks, bu aşamadan sonra nazariyesini temellendirmeye çalıştı. Yabancılaşmayı tarihsel bir olgu olarak değerlendirdi, kaynağı ve modern toplumda devam eden temeli, kölelikten kapitalizme kadar bütün özel mülkiyet sistemlerinin özelliğinden emeğin yabancılaşmasından doğar, sonucuna vardı[9].
Bu değerlendirmeyi yaparken sanayi öncesi toplumların üretim şeklini gözden geçirdi. Eski çağlar ile ilgili değerlendirmelerinde üretim ilişkilerine değinen Marks, kapitalizm öncesi için yaptığı değerlendirmelerde üretilen emeğin kime ait olduğunu sorguladı. Emek, onu üretenindi ve üreten ürün üzerinde tasarruf hakkına da sahipti. Fakat kapitalizm ile beraber üreticinin emeği üzerindeki denetim kabiliyeti yok olmuştu. Bu yok oluş aynı zamanda Marks’ın yabancılaşmayı başlattığı yerdi.
İşçinin üretim süreci üzerindeki denetimi sona erince yabancılaşma da kendini göstermeye başladı. Çünkü işçi üretim araçlarına sahip olmaktan çıktı. Emek güçleri işverene satıldı. Emek gücünü satan kişi ise kelimenin tam anlamı ile yabancılaşır. Üretim sistemi işçiden bağımsız çalışmaya başlayınca işçi istese, istemese ona uyar[10].
İşçi ne kadar meta üretirse kendisi de o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların dünyasının değersizleşmesi nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek, sadece meta üretmekle kalmaz; genel olarak meta ürettiği ölçüde kendi kendini ve işçiyi de meta olarak kullanır[11].
Kapitalizm öncesi üretim ilişkisinde bunun olmadığını dile getirdi. Marks’a göre eski çağlarda ve ortaçağda zanaatkârlar kendi ürününün sahibiydi. Aynı zamanda tarlasında çalışan çiftçi de ürettiği ürün üzerinde tasarruf hakkına sahipti. Ürettiği ürün kendisine aitti. Tarlasını kaybedip fabrikada işçi olarak çalıştığı andan itibaren ürettiği ürün üzerindeki tasarruf hakkı ortadan kalkmıştı[12].
Artık işçi uyku dışında geçen saatlerin üzerindeki kontrolü kaybetmişti. İşverene sattığın zaman artık işverene aitti. Çalışırken istediğini yapmada serbest olmadığından ürettiğin emek de senin olmaktan çıkıyordu[13]. Bu aşamadan sonra kişi bir özne olmaktan ziyade bir nesne konumuna geliyordu.
Nesne haline gelen işçide belli bir dönemin sonunda sahiplenme duygusu yitirilir. Fabrikada ürettiği ürün ile emek ne kadar çok artarsa işçi o ürünü de o kadar az sahiplenmiş olur[14]. İşçi artık burada sistem içeresinde düğmeye basan basit bir makinedir. Ürettiği şeylerin hiçbir zaman kendisine ait olmadığı ortamda aslında hiçbir şey kendisinin değildir. Buna uzmanlaşmayı da eklediğimizde çalışanın........
© İnsaniyet
