menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bergman’ı Niçin İzlemeliyiz?

7 0
12.08.2025

“Tanrı’ya inanıyorum ama onu hissedemiyorum”, “Aynı mekândayız ama sana ulaşamıyorum.”, “Acaba bir kere olsun kendinden başkasına değer verdin mi?”, “Tanrım, neden beni ebedi hoşnutsuzluk içinde yarattın?”, “Ruhunun çürümüşlüğünü görebiliyorum.”, “Evliyim ama şehvetime hükmedemiyorum.”, “Yalnızlığımı azaltmak için kendimi sürekli meşgul ediyorum.”, “Birlikteyiz ama sensizim.”, “Aramızdaki sevgi yoksunluğunu beceriksizce aşk denemelerimizle kapatmaya çalıştık.”, “Sevinç namına bir şey kalmadı içimde.” vb. cümleler kuruyorsanız siz tam bir Bergman karakteri olabilirsiniz.

Tanrı’nın sessizliği, ruhun parçalanmışlığı, bireysel ve toplumsal bilinçdışı, ölüm korkusu, yalnızlığın ruhsal nedenleri, geçmişle hesaplaşma, öteki benlik ve bastırılmış duygular, çocukluk anılarıyla yüzleşme, aile içi hesaplaşma, evliliğin kutsal yanılsamaları… Bu konulardan herhangi biri ilginizi çekiyorsa İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ı mutlaka islemelisiniz.

“Eğer sinemanın bir kıblesi olsaydı, orası Fårö adasındaki Bergman’ın evi olurdu” diyor Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier. Nihayetinde bu ada, günümüz dünyasında Bergman Adası diye adlandırılıyor, hatta 2021 yılında bu isimle bir film de çekildi.

İnsan yüzünü edebiyatta Dostoyevski kadar iyi işleyen bir yazar nasıl yoksa, sinemada da Ingmar Bergman kadar insan yüzünü iyi işleyen bir başka yönetmen yoktur. Yönetmenin kitaplarından birinin adı da bu zaten: “Sinematografi İnsan Yüzüdür.” İnsan ruhunu, atomu parçalarcasına tüm katmanlarına inerek anlatan Dostoyevski edebiyatta nasıl bir dehaya sahipse, sinemada bu dehaya sahip tek yönetmen de Bergman’dır.

Modern Hayatın Çöküşüne ve Ruhun Derinliklerine Bir Yolculuk

Papaz bir babayla hemşire bir annenin oğlu olan, İsveçli sinema ustası Ingmar Bergman, sadece bir yönetmen değil, aynı zamanda insan ruhunun haritasını çıkaran büyük bir iç gözlemcidir. Onun sineması, bireyin yalnızlık, inanç, ölüm, kimlik ve zaman gibi evrensel meselelerle yüzleştiği, aynı anda hem bireysel hem de kolektif bir bilinç yolculuğudur.

Peki Bergman’ı neden izlemeliyiz? Çünkü onun filmleri, modern hayatın yüzeyinde gizlenen içsel yaraları görünür kılar; çünkü o, Carl Gustav Jung’un kuramlarının sinemadaki en şiirsel ve derinlikli karşılıklarından birini sunar. Çünkü Bergman, İsveç özelinde modern Avrupa’nın ruhsal çözülmelerini büyük bir cesaretle sunar. Avrupa dışında kalan ülkeler, bu sorunlarla 21. asırda yüzleşmektedir. Örneğin yönetmenin 1973 yapımı “Bir Evlilikten Manzaralar” filmi, ekonomik sorunlarını halletmiş, bireysel kimliğini tamamlamış, şehir hayatının ürettiği yaşam tarzını benimsemiş bütün evlilik modellerini kuşatıcı mahiyettedir. Film yayınlandıktan sonra, İsveç’te meydana gelen boşanma sayılarındaki artış, Bergman’ın psiko-sosyal gözlem yeteneğinin de bir yansıması olarak görülmüştür. Bugünün dünyasında Avrupa dışında kalan tüm toplumlar, kentleşmeyle birlikte oluşan bu sorunlarla yeni yeni yüzleşmektedir. Bu anlamda Bergman, yaşadığımız ve yaşayacağımız sorunlar için iyi bir rehberdir. Buradan hareketle, Bergman dünyasına kısaca bir göz atalım.

Modern Hayatın Eleştirisi: Sessizlik, Yabancılaşma ve İnanç Krizi

Bergman sineması, modern bireyin yalnızlaşması, Tanrı’dan uzaklaşması ve iletişim becerilerini yitirmesi üzerinden 20. yüzyıl insanına aynalar tutar.

“Aynadaki Gibi” (1961), Bergman’ın “Oda Üçlemesi” olarak da bilinen “Sessizlik Üçlemesi”nin birinci filmidir. Aile, kutsal, Tanrı inancı, sanat vb. konuların işlendiği filmin temelinde, insan ruhunu parçalayan derin bir sessizlik yatar. Filmin adı İncil’e yapılan bir göndermedir. “Aynadaki Gibi”nin çıkış noktası, Paulus’un Korintuslulara birinci mektubunun on üçüncü bölümünde yazılıdır: “Çünkü şimdi, aynada anlaşılmaz bir biçimde görüyorum, fakat o zaman yüz yüze göreceğiz. Şimdi az biliyorum, fakat o zaman bilindiğim gibi bileceğim…” Bu dünya hayatında, gerçeği siyah bir aynadan izler gibi izliyoruz. Öldüğümüzde gerçeği tüm çıplaklığıyla göreceğiz.

“Sessizlik” (1963), iki kadının fiziksel ve duygusal anlamda birbirlerine yabancılaştığı bir dünyayı anlatırken, sadece bireysel bir dramı değil, modern toplumun duygusal çöküşünü........

© İnsaniyet