menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Cegerxwîn’i anarken

11 0
20.10.2025

Cegerxwîn, ölümünün 41’ıncı yıldönümünde çeşitli etkinlikerle anılıyor. Bu yazıda biz de bir yazıyla analım istedim.

Onu bir anlık Stockholm’de masasının başında kurgulayalım: Omuzları, taşıdığı yükün değil, yılların ve memleket hasretinin ağırlığıyla çökmüştü. Şehmus, nam-ı diğer Cegerxwîn (Ciğeri Kanlı), Stockholm’ün bembeyaz ve soğuk sessizliğinde, ta Kamışlı’dan, Gercüş’ün Hesar köyünden getirdiği ateşi körüklüyordu. Masasının üzerindeki lamba, eski defterlerini aydınlatıyordu; sayfalar, bir zamanlar çobanlık yaptığı topraklardan, medresenin loş koridorlarından ve isyanın harlı günlerinden sızan mürekkeple doluydu.

Em kine? (Biz kimiz?) Sorusunu bir şiir divanına başlık yapmıştı. Soru, bir çığlık gibi, bir vicdan azabı gibi dolanıyordu zihninde. O, yoksulun, ırgatın, toprak ağasının zulmü altında inleyen köylünün sesi olmayı seçmişti. Bir zamanlar şeyhlerin yanında din eğitimi almış, fistan giymiş bir mollayken, kalbi ezilenin acısıyla yandıkça, yolu sosyalizme, isyana ve en nihayetinde kaleme çıkmıştı.

Anılar, bir film şeridi gibi geçer gözlerinin önünden. Amûdê’de çocukluğunda gördüğü her haksızlık, adını aldığı o lakabın, Cegerxwîn’in mührünü vuruyordu ruhuna. O, ciğeri kanayan bir halkın şairiydi.

Celadet Ali Bedirhan’ın çıkardığı ”Hawar dergisinde ilk şiirleri yayınlandığında, mısralar sadece dizeler değil, bir isyanın ilk kıvılcımıydı. “Yaralıyım ben de halkım gibi. Yüreğim yaralı. Kanıyor ciğerim,” diye fısıldamıştı. Bu, onun kaderiydi, edebi kimliğiydi.

Sürgünlerin ve mücadelelerin ardından, Bağdat Üniversitesi’nde anadilinde ders veren ilk öğretmen........

© İlke TV