Tarihi ve Hukuki Süreçte Heybeliada Ruhban Okulu Meselesi
1. Giriş
25 Temmuz 2025 tarihli Beyaz Saray görüşmelerinde yeniden gündeme gelen ve kamuoyunda "Heybeliada Ruhban Okulu" olarak bilinen konu, Türkiye’nin hukuk düzeni, uluslararası yükümlülükleri ve siyasal tarihi bakımından önemini korumaktadır. Yıllardır kapalı olan bu kurumun yeniden faaliyete geçirilmesi meselesi, sadece eğitim özgürlüğü ile sınırlı bir tartışma olmayıp; Lozan Barış Anlaşması’nın yorumu, Anayasa Mahkemesi’nin içtihatları, yükseköğretim mevzuatındaki düzenlemeler ve uluslararası diplomasiyle doğrudan ilişkilidir.
Bu çalışmada; Anayasa Mahkemesi'nin kararları, Yükseköğretim mevzuatı ve Lozan Anlaşması'nın farklı yorumları arasındaki derin çelişkileri ortaya koymaktadır. Bu kapsamlı inceleme, meselenin salt hukuki bir kapanma vakası olmaktan çok, yasal boşluklar ve siyasi iradenin kesişiminde konumlandığı sonucuna varmaktadır.
Temel bulgulara göre, okulun kapatılmasının ardında doğrudan bir hükümet tasarrufu veya ani bir siyasi yasaklama değil; dönemin siyasi konjonktürü ile yakından bağlantılı olarak şekillenen yükseköğretim sistemine ilişkin Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar yatmaktadır. 1970’li yıllar, Türkiye açısından yalnızca iç hukuk düzenlemelerinin değil, aynı zamanda bölgesel ve uluslararası gerilimlerin de yoğun biçimde yaşandığı bir dönemdi. Bu süreçte, Kıbrıs meselesi başta olmak üzere Yunanistan ile ilişkilerdeki gerilimler, azınlık hakları konusundaki tartışmaları daha da hassas hale getirmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin 1971 tarihli kararı, özel yükseköğretim kurumlarının ancak devletin gözetimi ve denetimi altında, kanunla kurulabileceğine hükmetmiştir. Bu karar, görünürde teknik bir yükseköğretim düzenlemesi niteliğinde olsa da, dönemin siyasi iklimi içerisinde daha geniş bir anlam taşımaktaydı. Zira Türkiye, bir yandan Kıbrıs’ta tırmanan gerginlik ve uluslararası platformda artan baskılarla uğraşırken; diğer yandan iç siyasette artan ideolojik kutuplaşma, dini kurumların devlet denetimi dışında faaliyet göstermesine karşı daha temkinli bir yaklaşımı beraberinde getirmiştir.
Mesele, temelde Lozan Barış Anlaşması’nın azınlıklara tanıdığı eğitim ve dini özgürlüklerin “eşitlik” ve “karşılıklılık” ilkeleri çerçevesinde nasıl yorumlanması gerektiği etrafında yoğunlaşmaktadır. Lozan’ın 40. ve 42. maddeleri, gayrimüslim azınlıklara kendi eğitim kurumlarını açma hakkı tanımış olsa da, Türkiye’nin resmi tezi bu hakların mutlak olmadığını, anayasal düzen ve kamu hukuku ilkeleriyle sınırlı olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre, Müslüman çoğunluğun özel bir yüksek dini eğitim kurumu açamadığı bir düzende, azınlıklara da benzer bir hakkın tanınamayacağı kabul edilmektedir.
Ancak günümüzde vakıf üniversiteleri bünyesinde açılan ilahiyat fakülteleri, dini yükseköğretimin devlet denetimi altında da olsa özel statülü kurumlarca yürütülebildiğini göstermekte, böylece bu resmi argümanı tartışmaya açmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin azınlık haklarına ilişkin içtihatları ve Avrupa Konseyi raporları da Lozan’ın modern insan hakları yaklaşımı çerçevesinde yeniden değerlendirilmesi gerektiğini işaret etmektedir.
Bununla birlikte tartışmayı yalnızca Lozan hükümleri ve eğitim hakkıyla sınırlı görmek eksik kalacaktır. Çünkü Fener Rum Patrikhanesi, uluslararası alanda kendisini yalnızca Türkiye’deki Rum Ortodoks cemaati için bir dini liderlik makamı olarak değil, tarihsel Bizans mirasına dayalı “ekümenik” bir otorite olarak tanıtma eğilimindedir. Patrikhane’nin bu şekilde “Bizans Patriği” sıfatıyla görünürlük kazanması, Türkiye’nin resmi tezleriyle doğrudan çatışmaktadır. Türk hukuk sistemine göre Patrikhane, Lozan uyarınca yalnızca İstanbul’daki Rum Ortodoks cemaatine hizmet eden yerel bir dini kurumdur; “ekümenik” sıfatı hukuken tanınmamaktadır.
Bu nedenle Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması, yalnızca bir eğitim serbestisi veya azınlık hakkı meselesi olmaktan çıkmakta; Patrikhane’nin uluslararası statü iddialarının somut bir aracı haline gelmektedir. Türkiye açısından böylesi bir gelişme, Lozan’da çizilmiş sınırların aşılması ve Patrikhane’nin siyasi-diplomatik alanlarda güç kazanması anlamına gelmektedir.
Tüm bu hukuki ve tarihsel tartışmaların ötesinde, mesele son yıllarda ABD’nin diplomatik baskısı, Avrupa Birliği’nin raporları ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Patrik Bartholomeos arasındaki doğrudan temaslarla siyasi bir pazarlık alanına dönüşmüştür. Patrik’in kamuoyuna yansıyan “yeşil ışık” açıklamaları, hukuki engellerin yeni yasal formüllerle aşılabileceğine dair bir beklenti yaratmaktadır. Nihayetinde, okulun geleceği, hem Lozan’ın yorumunu modern insan hakları anlayışıyla dengeleyebilecek hem de Patrikhane’nin statü iddialarını Türkiye’nin egemenlik anlayışıyla çelişmeyecek şekilde sınırlandırabilecek güçlü bir siyasi iradenin varlığına bağlı görünmektedir.
2. Heybeliada Ruhban Okulu'nun Kapatılması ve Hukuki Dayanakları
Heybeliada Ruhban Okulu'nun yükseköğretim faaliyetlerini 1971 yılında durdurması, Türkiye Cumhuriyeti'nin eğitim sisteminde yaşanan köklü dönüşümlerle yakından ilişkilidir. Bu dönüşümlerin başında, 3 Mart 1924 tarihli 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu gelmektedir. Bu kanun, eğitimde birliği sağlamayı ve tüm eğitim kurumlarını Maarif Vekaleti (şimdiki Milli Eğitim Bakanlığı) çatısı altında toplamayı hedeflemiştir. Bu yasal düzenleme, Osmanlı'dan kalan medrese ve diğer dini eğitim kurumlarının da kapatılmasına zemin hazırlamış, laik ve milli bir eğitim sisteminin temelini oluşturmuştur. Heybeliada Ruhban Okulu, bu süreçten hemen sonra özel bir yüksekokul olarak faaliyetlerine devam etmiştir. Ancak bu özel statü, zaman içinde eğitim sistemindeki değişimler ve yükseköğretim mevzuatıyla çelişen bir konuma gelmiştir.
Okulun yükseköğretim bölümünün kapatılmasının ana dayanağı, Anayasa Mahkemesi'nin 12 Ocak 1971 tarihinde verdiği 1969/31 Esas ve 1971/3 Karar sayılı kararıdır. Bu karar, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu'nun bazı maddelerini iptal etmiştir. Mahkeme, anayasanın 130. ve 132. maddelerine atıfta bulunarak, bilimsel özerkliğe sahip üniversitelerin ancak kanunla ve devlet tarafından kurulabileceğini ve devletin yükseköğretim kurumlarını denetleme yetkisine sahip olduğunu hükmetmiştir. Bu kararın doğrudan bir kapatma emri olmamasına rağmen, dönemin hukuki yorumu ve Patrikhanenin devlet denetimine girmeyi reddetmesi nedeniyle okulun yükseköğretim bölümü fiilen kapanmıştır. Okul, bu tarihten sonra lise düzeyinde faaliyet göstermeye devam etmiştir. Patrik Muammer Aydın gibi hukukçular, konunun kamuoyuna siyasi bir mesele olarak sunulmasına rağmen, temel nedenin Patrikhanenin Türk hukuk sistemini ve ulusal denetimi kabul etmeme ısrarı olduğunu belirtmektedir.
Konunun en kritik ve tartışmalı noktalarından biri, okulun yasal olarak "kapatılıp kapatılmadığı" üzerinedir. Bazı hukuk çevreleri, Anayasa Mahkemesi'nin kararının okulun yükseköğretim statüsünü ortadan kaldırdığını, ancak okulun yasal varlığını sona erdirmediğini savunmaktadır. Bu görüşe göre, okulun yeniden faaliyete geçmesi için anayasa değişikliğine gerek yoktur; mevcut yasal statüsüyle, Milli Eğitim Bakanlığı denetiminde bir özel okul olarak kolayca açılabilir. Okulun, kapatıldığı günden beri maaş alan bir Türk müdür bulundurması da bu tezi destekleyen bir durum olarak sunulmaktadır. Ancak, bu görüşe karşıt olarak, Anayasa Mahkemesi kararının özel yükseköğretim kurumlarına ilişkin getirdiği mutlak sınırlamanın, okulun yüksekokul olarak faaliyetini engellediği ve bu durumun hukuki bir zorunluluk olduğu belirtilmektedir. Bu iki zıt görüş, meselenin hukuki temelinin dahi tartışmalı olduğunu ve yasal engellerin net olmaktan çok, siyasi yorumlara açık bir alanda bulunduğunu göstermektedir. Bu hukuki belirsizlik, konuyu bir çözüm bekleyen siyasi bir pazarlık........
© Hukuki Haber
