menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Afetler, ilahi iradeden bağımsız telakkiler ve ihmaller

12 0
27.04.2025

Giriş

Bencilliğin, zulüm ve sömürünün yaygınlaştığı modern dünyayı dünyevileşme ve bireyselleşme gibi iki büyük tehlike kasıp kavurmaktadır. Bu iki fitnenin panzehri, yakînî ahiret inancının ikamesi ve ümmet bilincinin ihyasıdır.

Dünyevileşme, ahiret yokmuş gibi yaşamanın diğer adıdır. Dünyevileşme zilletinden kurtulmanın önemli bir imkânı, ‘ölüm’ üzerine tefekkür etmektir. Modern insan ölümden kaçıyor, ölüm gerçeğiyle yüzleşmek istemiyor. Ölüm duygusuyla barışık olmayan insan, aslında kendisinden; insan olma gerçeğinden yüz çeviriyor demektir. Ölüm üzerine tefekkür, içe (enfüs) dönük bir yolculuktur. Ölüm fikriyle barışık olma, huzurlu bir ömre, sağlam ve sağlıklı bir gelecek muhayyilesine sahip olmanın da imkânıdır. Anlam krizi yaşayan modern insan, hiççi (nihilist) psikoza esaretle insanî fazilete geri dönmenin yol ayrımındadır.

Dünyevileşme, felsefî zeminde hangi teoriyle izah edilirse edilsin, özü itibariyle Tanrıyı dışarıda bırakma, hayatın dışına almadır. Sekülarizm de denilen dünyevileşmenin kodlarını Yunan-Batı aklında aramak gerekirse de, aslında hastalığın kökeni çok daha eskilere, İblis’e kadar uzanır. Bu tespiti modern dönemden bakarak yapmak önemlidir. Keza şeytanın Âdem’e, “Ebedîlik ağacı ve sonu gelmez bir saltanat” vadinde bulunması ve “Yaratılış maddesi üzerinden üstünlük” taslaması, dünyevileşme, bireyselleşme gibi kavmiyetçiliğin de kodlarını kendinde barındırır.1 İfsada davetkâr söylemlere, dün olduğu gibi bugün de hemen her hadisede rastlanmaktadır. Evvelemirde bütün kötülükler heva-hevesin İlah edinilmesinden sudûr eder. Dünyevileşme de özünde, hevanın İlah edilmesine dayalı bir sapma olup ölümü, ahireti unutmaya kuluçka vazifesi görür. Dolayısıyla, dünyacılaşan insanın amentüsü, ahirete yakînen inanmak olmalıdır.

Deprem, sel, çığ, kasırga ve korona gibi afetler toplumsal hayatın akışını değiştirme boyutunda yaşanmaktadır. Büyük felâketler karşısında, refah ve teknoloji sayesinde her şeye muktedir olduğunu düşünen toplum ve devletler dahi acziyet içinde kalmaktadır. Yaşamı İlahi iradeden/ Kadir-i Mutlak olan Allah Teâlâ’ya imandan yoksun bir perspektifle ele alan yaklaşımlar, insanı, anlamsızlık, çaresizlik, hiçlik psikolojisine esaretle endişe ve korkuya sevk etmektedir. Diğer yandan, hakikat ekseninden uzak, muharref mantıkla malul okumalar da yapılmaktadır.

Yaratılış Hakikati ve İmtihan

İnsanoğlunun yaratılışıyla birlikte başlayan imtihanı, kıyametin kopuşuna dek devam edecektir. İmtihanın özü, yaratılışın gerekçesi olan Allah’a kulluktur.2 Her birey ve toplum kendi zamanının imtihanına tabi tutulmuş ve tutulmaya devam etmektedir. Bu süreçte takınılan tavır, ebedî mutluluğa/huzura götüren doğru yol (Sırât-ı müstakîm) olabildiği gibi, azap üstüne azabı da getirebilir. Bu açıdan, geçmiş kavimlerin imtihan ve helâk sebeplerini günümüz gerçekliğinden bakarak okumak son derece önemlidir.3 Kur’ân’da, geçmiş toplumların haberleri, ibret alınması için bildirilmiştir.4 Kur’ân’da, birey ve toplumların imtihanlarına dair çokça örnekler vardır. Bunlar, malla, canla sınanma, itham ve suçlamalara maruz kalma; zorluklara karşı sabretme şeklinde yaşanmıştır. Değişik afetlere maruz kalma şeklinde yaşanan imtihanlar5, mümin, müşrik ayrımı olmaksızın herkesi kuşatacak şekilde tekrarlanmaktadır.

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.”6

“Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz… Eğer sabreder ve takva gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.”7

Kâinatta hiç bir şey gereksiz ve başıboş yaratılmamıştır. Bütün mahlûkat insanın emrine musahhar kılınmışken, insan ise Allah’a kullukla mükelleftir.

“Düzenli seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi.”8

Göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan Allah, diriltir ve öldürür. O, her şeye gücü yetendir; yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Allah, her nerede olunursa olunsun her şeyden haberdardır.9 Bizler, hayatı ve ölümü, yaratılan her şeyi bu zeminde anlamlandırma ve öylece kıymetlendirme sorumluluğuna sahibiz. “Hayat, ancak bu dünya hayatından ibarettir.”10 gafletinde olanlara gelince, yaşanılan hiçbir hadise onları kendilerine getirmez. Onlar, gaflet perdesi aralanmadıkça imtihandan geçirilmekte olduklarını kabullenmez; müstağnilik dehlizlerinde debelenip dururlar. Ne zaman ki hesap günü gelir çatar, herkes kendi gerçeğini eksiksiz söyleyen kitabıyla karşılaşır; işte o gün suçlular, “Vay halimize!” derler.11

Toplumsal Değişimle Kavimlerin Helâki Münasebeti

Türkiye yeni bir deprem felâketiyle karşı karşıyadır. Deprem, ‘Allah’ın intikamı mıdır?’, depremler, sıradan bir ‘doğa olayı mı?’, ‘İlahi bir ikaz mı?’, ‘toplumlara isabet eden Allah'ın bir azabı mıdır?’ Konu, şu âna kadar teknik, sosyal vs. yönleriyle çokça tartışıldı. Ancak yaşananlara, öncelikle ‘Allah’a kulluk; yaratılış hakikati’ cihetiyle bakılması gerektiği kanaatindeyim. Bu durumda konu, Müslüman muhayyilede nasıl bir karşılık bulmalıdır?

Kur’ân’da helâk/sosyal çöküş olgusu, farklı kültür ve medeniyetlere sahip toplumların kendi ifsadî tercihlerinin sonucunda karşı karşıya kaldıkları bir ceza olarak değerlendirilmiştir. Helâk, insanların hür iradeleri ile işledikleri günahların kaçınılmaz bir sonucu olarak görülmüştür. Bir toplumda itikadî, amelî ve ahlakî sapma, yozlaşma ve bozulmalar varsa bu durumun o toplumu adım adım çözülme, çöküş ve yok oluşa sürükleyeceği ifade edilmiştir.12 Bizler, geçmiş kavimlerin ilahi gazaba uğramasını, helâk edilmesini, sebepleriyle birlikte ancak vahiy ile öğreniyoruz.13

Bugün farklı inançlardan insanların maruz kaldığı afetleri adeta helâk anlamında, ‘Allah’ın intikamı’ diye değerlendirmek doğru değildir. Konuya, ‘İlahi ikaz deprem’ veya ‘Allah’ın intikamı/gazabı’ tanımları üzerinden bakılması, öncelikle anlayış problemini mahfuzdur. Keza Allah öç almaya muhtaç değildir. Helâk olmayı/cezalandırılmayı hak etme anlamında günümüz toplumlarının durumu gayb mahallindedir ve bu yönde bir yargıda bulunulamaz. Dolayısıyla bu anlayış, dinden yana delilden yoksundur; İslâmî bir değeri yoktur ve tekzip edilmesi gerekir. ‘İlahi ikaz deprem’ ifadesi ise salt negatif anlam yüklenmesi durumunda yine izaha muhtaçtır. Bizler zaten her ân her şeyle ‘İlahi ikaza’ muhatabız. Ancak bu uyarılar, negatif ceza yüklü olabileceği gibi pozitif rahmet/mükâfat potansiyeline de sahiptirler. Konunun bu fasit daireye hapsedilmeden değerlendirilmesi gerekir.

Kur’ân’da bir sureye isim ve konu olan deprem, nefislerin mustarip olması, büyük bir sarsıntıya duçar olma anlamında herkes için bir imtihan olarak yer almaktadır. Deprem, “Şiddetli bir şekilde sarsılmak”, “Yeryüzünün kendine has bir sarsıntıya uğraması” (zilzâl) diye tasvir edilmektedir.14 Bu tasvir, Kur’ân’dan habersiz olduğu halde depremi yaşayanların yaptığı ortak tasvir olarak da manidardır. İlgili ayetlerin ardından, yaratılan hiç bir şeyin; yer, gökler ve içindekilerin başıboş olmadığından ve kendi lisanlarıyla ‘o gün’ şahitlik edeceklerinden, insanın, “Ne oluyor?” diye şaşkınlığından bahsedilmektedir. Ve yine o gün için insan, zerre kadar hayrın ve zerre kadar şerrin karşılıksız kalmayacağı bilgisiyle uyarılmaktadır. Surede, yaşanan her şeyin bir sebebe dayandığı, buradan ibret alınması ve imtihan olarak değerlendirmesi gerektiği son derece çarpıcı tasvirlerle anlatılmaktadır. Günün sonunda kalıcı ve anlamlı olanın, iman üzere; hayır ve şer namına yapılanlar olduğu bildirilmektedir.

Yaşanan her hadisede olduğu gibi deprem de kulluk bilinciyle karşılanmalıdır. Vaktin bir imtihanı olarak bilinmesi gereken depremayeti, Allah’a tevekkül vesilesi kılınmalıdır. Ne isyana dönüştürülmeli ve ne de İslâm ahlâkıyla örtüşmeyen uçuk-kaçık anlamlar yüklenmelidir. Her imtihan gibi deprem de yeniden kendine gelme, Allah’ı tekrarla anma;ömrü, takvayla kazanıma çevirme çabası içinde değerlendirilmelidir. Depremayetinin en can alıcı noktası, insanî sınırlarımızı tereddüde mahalbırakmayacak şekilde hatırlatıcı olmasıdır.

Mahlûkata tefekkürden mahrum bir yavanlıkla bakanlar, İlahi kudreti ‘doğa yasaları’ olarak addeder ve/veya ölçü tartıyı tam tutmamakla Allah’a isyan ederler. İslâm inancında hiçbir şey yoktur ki, ‘İlahi iradeden bağımsız’ değerlendirilebilsin. Ancak ‘İlahi iradeyle açıklama’ söylemi, şayet İslâmî/insanî sorumlulukları erteleyen bir bahaneye dönüşüyorsa, kuşkusuz bunun da İslâm’la alakası yoktur. Meseleleri ‘İlahi iradeyle açıklama’ bölünmüş bir bilinçle değil, bütüncül bir İslâm okumasıyla yapılmalıdır. Afetler, insanların istemesiyle oluşmadığı gibi insanların dilemesiyle de sonlanmazlar. Yaşanan her imtihan, müminlerin imanını, münkirlerinse küfrünü ziyadeleştirir. Bu gerçekten hareketle şunu öğreniyoruz: Hiç bir afet, mutlak manada bir ikram/rahmet olmadığı gibi, ceza/azap da değildir.

Tabiat Bilimlerini Tebcil Etme/Ululama

‘Tabiat bilimlerini tebcil etme’, yaşananları ‘doğa olayı’ diye açıklama, İlahi iradeden bağımsız ‘nokta koyucu düşünme’ biçimi, günümüz insanının temel zaafıdır. Bu bakış, tevhid açısından sorunlu olduğu gibi ‘bilim’ denilen disiplin açısından da yanlıştır. Keza iman, bilimin değil inancın konusudur. Bilim ise, nesnel dolayımında her ân yenilenmektedir. Bilim bize tedbiri telkin ederken iman, varlık-bilgi bütünlüğünde tedbiri de içeren hakikati emreder.

Malumunuz Sekülarizm, amelde, itikatta bilinçte bozulma; dünyevileşme yönünde değişim, hayatın her alanında dinsel düşünmeyi devre dışı bırakma, dinî sembolleri anlamsızlaştırma ve dini ancak vicdanî tahayyül olarak konumlandırmadır. Her şeye matematiksel bakışı öngören Sekülarizm, hiç bir işinde Allah’ı hesaba katmaz. Oysa eşyanın işleyişinde, fıtrat kodlarıyla sebepleri de yaratan Allah’tır. Sadece sebepleri konuşup Müsebbibi unutmak, Allah’ı unutmaktır. Bu okuma, varlık-bilgi (ontik-episteme) bütünselliğinde sorunludur ve insanı yanlış sonuçlara götürür. Olması gereken, Sünnetullah’ı anlamaya çalışmak, sınırlı olanı sınırsız olan Allah’ın emir ve yasaklarıyla birlikte değerlendirmek; meselelere, Allah’ın bak dediği yerden bakmaktır.

Dine ve dindarlara nefret yüklü sorunlu seküler bakış, Japonya depremini, ‘bağcıyı dövme’ kabilinde emsal gösterir. Oysa ed-din olan İslâm, ifsadı; ölçü-tartıda hileyi, küfürde ileri gitmek olarak mahkûm eder. Doğru bir değerlendirmeyle ders çıkartılması gereken depremler, ideolojik okumaların aracına dönüştürüldü. Ancak Allah’ın hesabı Allah’ı yok sayanları fena çarptı. ‘Şöyle sağlam, böyle sağlam; şu şiddetteki zelzelede bile yıkılmayan evler’ vurgusunu harlayan akıl kutsayıcıları, 2011 Tōhoku depremi ve tsunamisi karşısında şaşkına uğradılar. Sağlam denilen evler, ummadıkları bir şekilde zeminiyle birlikte sürüklenip çerçöp yığınına döndü. Depremin akabinde binalar yürütüldü, yangınlar çıktı, nükleer tehdit yaşandı… Dalgalara set olsun diye yapılan duvarların sağlamlığı, setleri aşan dalgaların geri çekilmesini engelleyince, birçok insanın ölümü de o şekilde gerçekleşti.

Hırçın dalgaların Rabbi olan Allah’ın karaların da Rabbi olduğu unutulmamalıdır. Hırçın dalgalara kapılıp batmaktan kurtulunca Allah’ı tekrardan yok saymak ve “Bu sonuç zaten elimizin, aklımızın emeğiydi, hak edişimizdi” putçu söylemi, Allah’tan müstağni olmaktır.15 Oysa Allah dilediği takdirde insanı ve sahip olduğunu zannettiklerini karalarda da yere batırıverir. Geçmiş kavimlerin helâk sebepleri bu açıdan düşünülmeli; insanı müstağni kılacak bir gücünün olmadığı itiraf edilmelidir.

Yaratılmışlar arasında hiçbir şey yoktur ki varlığı/hayatiyeti bir takım sebepler çerçevesinde devam etmemiş olsun. Sünnetullah’ı anlamaya/tefekkür etmeye çalışmak yanivarlığın işleyiş yasasını bilmek gerekir. Sorun, Allah’ın eşyaya yüklediği fıtrat kodlarını(sebepleri) bizatihi müsebbip kabul ederek yaratıcı gibi mutlak addetmektir. Aslında bu, yaratılmış olan eşyayı ve sebepleri ait olmadığı yere koymak(zulüm), yerinden etmektir. Şirk de zaten budur. Nasıl ki İsa (as) kendine rağmen İlahlaştırılıp put haline getirildiyse, sebepler de birileri tarafından putlaştırılabiliyor. Oysa sebepler de kendi lisan-ı halleriyle ancak yaratanını zikreden ayetlerdir. Bu cürümle kendisine kutsallık atfedilen, yüceltilerek merkeze konulan aslında insanın aklı yani kendisidir! Bugün modern bilimin........

© Haksöz