menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İlahiyat ve diyanet eğitimlerinde İslami özgünlük geliştirilebilir mi?

13 1
yesterday

Geçen haftaki yazımızda dinimizin temel kitabı Kur’an’ı talim etmemizden (3/79), onun açık ayetleriyle amel etmemiz ve kapalı vahyi lafızları ise başta Resulullah (s) olmak üzere yetkin bilginlerin, rasihunun delillerini tahkik ederek öğrenmemiz gerekliliği üzerinde durmuştuk. Çünkü Zuhruf sûresindeki açık olan iki ayeti hatırlatmıştık ki bu ayetlerde Rabbimiz Haşr günü bizlere “vahyedilen Kur’an’dan sorulacağını” açıklamakta (43/43-44) olduğunu vurgulamıştık.

Tevbe sûresinde belirtildiği üzere “rabbler edinilen ahbar ve ruhban” (9/31) gibi İslamî kavramlarda din adamlığı sınıfı yoktur. Herkes dininin adamı, uygulayıcısı ve şahidi olmalıdır. Allah’a iman edip gereği gibi haşyet duyup salih amel işleyen bütün müminler zaten “âlim”dir (35/28). Çocukluk, ergenlik, rüşd ve olgunluk yaşlarımızın her birinde ayrı ayrı Kur’anî ve İslamî eğitimin ve talimin düzeyi de formu da gelişen bir merhale izler.

Maalesef içinde yaşadığımız mevcut cahili sistemde rüşd yaşına varan ve bu yaşı geçen kardeşlerimizin, Müslümanların, zorunlu ulusal-seküler eğitim sistemleri nedeniyle birçok eksiklikleri ve yetersizlikleri olmuştur; bizlerin de öyle... Çocuk yaşımızda öğrenmemiz gereken konuları 70’li yaşlara gelmişiz hala öğrenmeye çalışıyoruz. Cihada gönüllüyüz, Gazzeli kardeşlerimizin saflarına koşmaya hazırız ama ergenlik veya rüşd yaşında kavranılması gereken gaybi alanla ilgili ölçülerimizi, zaruri fıkıh bilgilerimizi ve usulümüzü, tebliğ ve diyalog dilindeki adabı, Rum sûresinin girişinde gördüğümüz gibi düşmanlarımızın fikri, siyasi ve askeri gücünü tahlil edip ortak bir içtihada-stratejiye varma işini yeni yeni gündemleştirebiliyor ve yeni yeni müzakere edebiliyoruz.

Osmanlıda medrese işleyişini ıslah edebilmek için 17. ve 18. yüzyılda Payitahta sunulan lahiyalarda/raporlarda yer almış önemli bir tartışma var: Vahyi ölçüler ve maruf örf ile yaşanan vakıa/olgu ve olaylar arasında bağ kurma, çözüm üretme konusunda bize rehberlik yapacak olan kimlerdir: Medrese hocaları mı yani medresede eğitim almış ve eğitim veren “ulema” mı; yoksa hem hayatın akışını, hem usuliddin-i bilen ukala / “ulu’l el-bab” mı? Bu tartışma sürse de medreseler, Ashab-ı Sufha dönemine yakın asırlardaki zindeliğine bir türlü kavuşturulamadı.

Müslümanların Osmanlı yönetimi, çözüm bulunamadan hasta adam pozisyonuna düşmüştü. Çözüm, dini ve idari yapımızı Kur’an ve Sünnete göre ıslah ve ihya etmekte değil de, Avrupa’ya yollanan sefirlerin raporlarında aranıyordu.

Mağlubiyetlerin çözümü olarak Avrupa ülkelerinden getirilen askeri ve idari uzmanlardan sonra, daha ekonomik olur diye seçilmiş öğrenciler uzmanlaşması için 1780’lerde Sultan I. Abdulmecit döneminden itibaren Avrupa’ya öğrenime gönderildi. 1830-1908 yılları arasında devletin finanse ettiği 906 öğrenci Avrupa’ya gönderildi. Hürriyet ve meşrutiyet sevdalısı muhalif Genç Osmanlılar da ya kendi imkânlarıyla ya da Avrupa ile iltisaklı mahfillerin himayesinde Paris’e, Londra’ya gittiler.

Avrupa hayranlığı Devlet ricalini kuşatmıştı. Devlet adamlarının büyük çoğunluğu çocukları Fransızca öğrensin diye konaklarına Fransız mürebbiyeler getirdiler. Batı kültürüne vakıf Avrupa’da eğitim görmüşler görevlilerle 1846’dan itibaren Avrupa’daki üniversiteler gibi bir Darü’lfünûn okulu kurulmak istendi. Böylece Devlet hizmeti için yüksek memurlar yetiştirilecek ve Batı üniversiteleri gibi her ilimle beraber fen dersleri de okutulacaktı. 1870’de Darü’lfünûn-ı Osmanî, Avrupa üniversitelerine benzer şekilde üç fakülte ile Zeyneb Hanım Konağı’nda yani bugünkü Çemberlitaş’taki Basın Müzesi’nin yerinde 1000 öğrenciden seçilen 450 öğrenci ile öğrenim hayatına başladı. Ercümeni Danış heyeti 15-20 yılda ders kitabı üretemediği için dersler, Fransızca kitaplarla gerçekleştirildi. Darü’lfünûn-ı Osmanî kütüphanesi ise dönemin materyalist, natüralist ve pozitivist yazarların eserleriyle dolduruldu. Medreseler ise kendi haline bırakılmıştı.

Darü’lfünûn-ı Osmanî’de bulunan fakültelerin ilki Batı’daki İlahiyat veya teoloji bölümlerinin muadili gibi Hikmet ve Edebiyat Fakültesi; 2.si Ûlüm-i Tıbbiye ve Riyaziyat Fakültesi, 3.sü Hukuk Fakültesi idi. Darü’lfünûn-ı Osmanî, 1900 yılında Darü’lfünûn-ı Şahane’ye, Hikmet ve Edebiyat bölümü de Avrupa’daki İlayiyat Fakültesi formunda “Yüksek Dini İlimler” bölümüne dönüştürüldü; yani “Ulûm-i Âliye-i Diniyye” bölümüne.

Ayrıca Batılı devletler, Osmanlıda müslim-gayrı müslim tebaya eğitim veren okullar açtılar. 1913 yılında bu okulların sayısı zirveyi buldu. Osmanlı Devleti tarafından izin verilen sadece 504 Fransız okulu / koleji faaliyet gösteriyordu. İstanbul’da 73, İzmir’de 27, Adana Vilayetinde 16, Kayseri’de 10 ve diğerleri; Sivas, Malatya, Van, Elazığ, Bitlis, Bursa, Tokat, Amasya, Trabzon, Erzurum, Diyarıbekir, Mardin ve daha niceleri… Ayrıca ABD, Avusturya, İngiltere, Almanya, İtalya’da kendi dilleriyle eğitim veren birçok okul / kolej açmıştı. Bu sayı 19. yüzyılın sonunda Mısır’da 67 Devlet / Hidivlik okuluna karşı, 323 Misyoner okulu ve 739 Yabancı kolej ile karşımıza çıkıyor. Yabancı okullar Batılılaştırma hamlelerini Müslüman mahallelerinde açıkça yapıyor, gençlerimizi zehirliyorlardı.

Mevcut müfredat ile içine kapanan üst düzey medreseler kısmi bir ilmihal ve Arapça eğitimi verirken tasavvufun felsefi telkin ve kavramlarıyla, mezhepçiliğin 800-900 sene önceki kaideleriyle ve çoğu da o dönemlere ait içtihatlarıyla yani yorumlarıyla uğraşıp duruyordu. Medreseler tarım veya kırsal topluma ait fetvaları aşıp, yeni teknolojik, sosyal ve siyasal gelişmelerle toplumu kuşatan meselelere cevap........

© Haksöz