menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Şamlı İzzet'in "şekeri", Arap Tahsin'in "yüzü"

127 0
30.11.2025

Her dilde vardır böylesi sevimsiz, başka milletleri rencide eden kem, çirkin sözler… O sözlerin mucidi atalar (kimlerse artık onlar ki gören olmamıştır şu ana kadar, sadece isimleri “ata” olarak geçer, hepsi büyük söz ustasıdır), böyle boş zamanlarında, bazen bir söğüt gölgesine uzanmış tavuk gibi su içip Allah’a bakarken muhtemelen aniden akıllarına gelmiş olmalı ki, mesela “Ne Arap’ın yüzü ne Şam’ın şekeri” veya “Kürt ne anlar bisikletten gider kaymakama çarpar” gibi özlü sözler icat etmişler. O özlü sözleri icat etmekle kalmamış, “hikmetli” birer sözmüşçesine asırlar boyu dillerine pelesenk etmişler. İçinde “Kürt”, “bisiklet”, “kaymakam” gibi kelimeler geçen sözü bugün bir kenara bırakalım, içinde “Şam”, “şeker”, “Arap” ve “yüz” geçen atasözünün peşine düşelim biz.

Söz nereden geldi, ilk defa hangi lügâtta kullanıldı, icat eden ata aslen nereliydi falan derken, derin bir araştırmanın içinde buldum kendimi. Birçok hikâye çıktı karşıma, birçok izahla karşı karşıya kaldım. Sözün içerdiği “aşağılayıcı” anlamı fazla deşmeden, ona makul bir gerekçe arayan yüzlerce izahat içinde en naziği, bir yerlerde rastladığım “Ne Şam'ın şekeri ne Arap’ın yüzü; bir fayda temin etse bile karşılaşılmak istenmeyen, kendisinden bir fayda gelecekse dahi, tercih edilmeyen kimseler için kullanılan bir deyimdir,” olanı geldi bana. Sözdeki ayıbı çok güzel kamufle ediyor bu açıklama sanki.

Birileri de diyordu ki, “Arap temalı” birçok söz söylemiş atalarımız amenna, söylemişler de hele bir sorun bakalım neden söylemişler deyip şöyle bir izahata girişiyorlar: Efendim Birinci Cihan Harbi’nde Araplar bize sırt çevirerek İngiliz gavurunun yanına geçip bize ateş etmişler ya, işte bu “beklenmedik durum” karşısında buna benzer söz ve deyimler yerleşmiş dilimize. Ha bir de kendini tutamayıp söze dair efsane uyduranlar da var. Onlardan birisine göre, İstanbul Tahtakale’de açılan ilk kahvehane olarak bilinen Kiva Han’ın sahipleri Suriyeli Şems ile Arap Hakem imiş. Bu bitirim ikili meğer Osmanlı’da ilk kahvehanelerin mucitleriymiş. Kahveyi de onlar getirmişlermiş İstanbul’a. Millet bu tuhaf içeceği görünce, şimdilerde yeni çıkan bir üst model telefona hücum eder gibi uyku kaçıran mala hücum etmiş, bitirim kardeşler çuval çuval kahveyi bizim ahaliye yetiştiremez olmuş. Kahve içilir de yanında nargile höpürdetilmez mi, nargile höpürdetilir de tütün katık edilmez mi, tütün içenler öldü de afyon çekenler dünyaya kazık mı çaktı derken ahali bu keyif verici maddeleri sineye çeke çeke namazı niyazı unutarak gününü gün etmeye başlamış. Bu meretin içildiği keşhaneler zaman içinde birer fesat yuvası olup çıkmış. Ehli iman durur mu? Hemen Şeyhülislama koşup bir fetva çıkarttırıp bu tür mekanları kapattırdıkları gibi kahveyi de yasaklattırmışlar. Kalan çuval çuval kahveyi de denize dökmüşler tıpkı düşman döker gibi (o günden beri pis şeyleri denize döküyoruz). Kahvehanelerin kapısına da kilit vurulmuş ve o günden itibaren; temiz, pak, kolay kolay yoldan çıkmayan halkımızı bu tür yerlerden, buralarda ikram edilen keyif verici maddelerden soğutmak için atalarımız bir söğüt gölgesine çekilip düşünmüşler, sonunda içlerinden birisinin aklına gelmiş, “tamam buldum ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü diyelim, lanetleyelim, bir daha kimse el sürmez o merete” demiş ve bu atasözü (malum o dönemde şeker Şam’dan, kahve de Arabistan’dan geliyor, çaktınız köfteyi), böylece halkımızın diline pelesenk olmuş. Bazı alimler de diyor ki, hayır efendim bu sözdeki “şeker” kelimesini atalarımız nezaketen koymuş oraya, sözün mucidi atamızın aklına ilk olarak “şeker” değil de “zeker” gelmiş, ufak ufak dillendirmiş ama diğer atalarımız “zekeri” duyar duymaz mucidin ağzına isot sürüp “şeker daha münasiptir” deyip sözün mucidi atamızı bir hayli utandırmışlar. Hatta hatta bu sözdeki “Arap”ın aslında “kara derili” insanları tarif ettiğini, malum o zaman dünyadaki bütün “kara derililere” “Arap” dendiğini, bunun en önemli göstergesinin de yıkanıp da henüz kağıda basılmamış filme de “fotografinin arabı” dediğimizi ileri sürüyorlar hâlâ.

Yazıyı buraya kadar okumuşsanız eğer, muhtemelen “bu netameli mevzuya nereden geldin ey muharrir?” diye soracaksınız haklı olarak. Valla ne yalan söyleyeyim, okumakta olduğum Esbak Mabeyn Başkatibi Tahsin Paşa’nın “Abdülhamit ve Yıldız Hatıraları” kitabı getirdi beni buraya. Bendeki çok eski, 1931 tarihli ilk baskı ama bir sürü yeni baskısı var piyasada kitabın; şahane bir hatırattır.

1930 yılında “Milliyet” gazetesinde tefrika edilip 1931’de kitap olarak basıldığı günden beri romancıların da (Nahid Sırrı Örik, Kemal Tahir, Orhan Pamuk), yakın tarih araştırmacılarının da kayıtsız kalmadığı, Sultan Abdülhamit’in günlük hayatının birçok ayrıntısını bize anlatan kitapta; Tahsin Paşa’nın 1894-1908 yılları arasında tam 14 yıl boyunca “mabeyn başkatibi”, günümüzün deyimiyle “özel kalem müdürü” olarak Yıldız’da gördüklerinin, yaşadıklarının hikayesidir.

Kitabın girişinde, bu mühim göreve nasıl getirildiğini anlatır önce bize Hasan Tahsin.

1894 yılında Mabeyn Başkatibi Süreyya Paşa aniden vefat edince, Yıldız’da onun yerine getirilecek Sultan’ın güvenebileceği -ki Abdülhamit kolay kolay birisine güvenmezdi- arayışı başlar. O sırada Bahriye mektupçusu olarak çalışan Tahsin Bey ki henüz paşa rütbesine kavuşmamıştır-, bir gün işten evine döner, tam soyunup dökünecekken evinin kapısı çalınır, kapıda Yıldız’dan geldiğini söyleyen bir çavuş… Çavuş, acele saraya beklendiğini söyler kendisine, tekrar giyinir, hazırlanır, yüreği pır pır, Yıldız’ın yolunu tutar. Saraya girer girmez hiçbir şey sormadan alıp onu bir odaya kapatırlar. Aklına türlü türlü şeyler gelir, bir jurnal sonucu buradaysa, burada değil karakolda olmalı, acaba benden ne istiyorlar, derken bir yetkili belirir, “Bekle, sana bir vazife verecekler” der ve çıkar, yüreğine az buçuk su serpilir, beklemeye başlar. Gecenin bir vakti birisi gelir, yere yatağını serer, geceyi burada geçirecek,........

© Habertürk