menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Peyami Safa... Hiçbir inanç kökleşmedi onda

130 0
sunday

Peyami Safa’nın; dört ay önce, 27 Şubat 1961 günü, Erzincan’da yedek subay öğretmen olarak askerlik yaparken ölen oğlu Merve’nin acısına daha fazla dayanamayarak, 15 Haziran 1961 günü, Çiftehavuzlar’da “felçli eşinin bedduasını alarak gittiği sevgilisinin” evindeyken tansiyonu yükseldi, beyin kanaması geçirerek öldü. (“Merve” genellikle kız çocuklarına verilen bir isimdir ama Peyami Bey, soyadındaki “Safa”yı oğlunun adıyla birleştirerek, kendini ve oğlunu İslam’ın kutsal mekanlarından “Safa ile Merve” tepeleriyle özdeşleştirmek istemiş belli ki.)

Ahmet Hamdi Tanpınar günlüğünde, 16 Haziran 1961 günü Peyami Safa’nın ölüm haberini dün aldığını yazar. Bu haber üzerine, çok sert bir giriş yapıyor günlüğüne Tanpınar. “Peyami’ye acımadım” diyor. Çok değil, yedi ay sonra kendisi de Peyami Bey’in çıktığı sonsuz yolculuğa çıkacak olan Ahmet Hamdi, bu yaşta insanlara artık “güç acıdığını” yazıyor ve tekrarlıyor sözünü; “Peyami’ye acımadım!” Ölümüne acımıyor ama ölümü onu “muharrir hayatı” üzerine düşünmeye sevk ediyor. Şu soruyu soruyor:

“Kitapları satılan okuyucusu peşinde bir muharrir olsa idi n’olurdu acaba?”

Birçok muharrir gibi, kitaplarının çok satıldığını görmeden öldü o da.

Peyami Safa’nın çocukluk hikayesi, kelimenin tam anlamıyla bir “acıların çocuğu” hikayesidir. Hayatı ıstırapla başlıyor. Necip Fazıl’ın “Babıali” kitabında yazdığına göre “kolay şiir söylediği için” babası İsmail Safa, “şair-i maderzad-anadan doğma şair” lakabıyla biliniyor. Servet-i Fünun şairiydi, iflah olmaz bir Abdülhamit muhalifiydi, Jöntürk hayranıydı, en yakın arkadaşları Dr. Abdullah Cevdet ile Tevfik Fikret’ti. 1899’da oğlu dünyaya gelince, ona “Peyami” adını Tevfik Fikret verdi; mektebe gidince de Abdullah Cevdet oğlana göz kulak oldu; geçim sıkıntısı, yakasına yapışan hastalık derken liseye devam edemeyince Dr. Abdullah Cevdet ona “Petit Larousse”u hediye etti, bu ansiklopediyi ezberleyerek Fransızca dil bilgisine vakıf oldu. Feci bir aile ortamına doğmuştu küçük Peyami, kendi deyimiyle “şuuru bir facia atmosferi içinde” biçimlendi. Bir buçuk yaşına bastığında, babası İsmail Safa’yı Abdülhamit Sivas’a sürgüne gönderdi. Adamcağız hastaydı, küçük oğlu ve eşinden ayrı kalmıştı, Sivas ellerinde vereme yakalandı, hasta yatağında, yoksulluk ve yalnızlık içinde 34 yaşında öldü; götürüp Garipler Mezarlığı’na gömdüler. Peyami Safa, bu yüzden Abdülhamit’i hep babasının katili olarak bildi, yazı hayatında bulduğu her fırsatta padişaha “katil” demekten çekinmedi. Hatta 1950’li yılların sonuna doğru “Yeni Hayat” dergisi Abdülhamit’in kızlarından Ayşe Sultan’ın hatıralarını yayınlamaya başlayınca, Milliyet’te yazan Peyami Safa iki yazı yazarak hatıraların yayınlanmasının önüne geçti; ona göre katil bir babanın kızı da babasından farklı değildi!

Bugün “Türk muhafazakarları” tarafından Yahya Kemal, Peyami Safa, Cemil Meriç ve Necip Fazıl’la birlikte aynı kampta telakki edilen Ahmet Hamdi Tanpınar, yazı hayatı boyunca Peyami Safa ile ilgili tek bir yazı yazmış; o da 1930 yılında “Görüşler” dergisinde yayınlanan “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” başlıklı yazısıdır. Yazı muharririn romanı üzerinedir ama yazının üçte ikisi “bizde roman” bahsine ayrılmış, son iki paragrafı da Peyami Safa’nın kitabına dairdir. Sanki onu övmeye kalemi pek varmıyor ama neylesin, “iyi romandan” anlayan bir yazar olarak da “iyi bir romanla” karşı karşıyadır. Diyor ki, “Okuyup bitirdiğim zaman, edebiyatımızın bu uyuşuk havası içinde böyle bir kitabın nasıl olup da yazılabildiğine hayret ettim”. Peyami Safa’nın romanı eksik kalmıştır ona göre; oysa kendisi olsa o genç hastayı “tabii muhitinde, seferberliğin aç ve huzursuz İstanbul’unda, büyük küçük kardeşleriyle beraber” ne güzel anlatırdı. Yine de bu roman, son yılların eserleri içinde, “acının ve merhametin yegâne kitabı”dır üstada göre.

Peyami Safa; daha sonra adını kendine müstear yaptığı annesi Server Bedia’nın hıçkırıkları arasında başladı hayata. (Yine Necip Fazıl’ın hatıratında var. Bohem zamanlarında evsiz Necip Fazıl, Peyami Safa’nın evinde yatıp kalkıyor. “Nerede kalıyorsun” diye soruyorlar, “Peyami Safa’da kalıyorum” diyor. “Peki, Peyami Safa nerede kalıyor?” diye sorulunca “O Server Bedi’de kalıyor” cevabını verir.) Peyami’nin büyüdüğü evin içinde diz boyu ıstırap var. Bu durum sanatına öyle bir tesir yapar ki, bütün kitaplarına “bir facia bekleme vehmi” ve “yaklaşan her ayak sesinde bir tehlike sezme korkusu” yerleşir. İlk mektebe başladığı yıllarda feci bir hastalığa yakalanır, sağ koluna kemik veremi musallat olur. Okula devam edemez. Daha o yaşlarda kendini hekimlerin, hastaların, hastabakıcıların arasında bulur. Bunun hikayesini de daha sonra Türk edebiyatının en güzel romanlarından birisi olarak kabul edilen “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nda anlatır. Yetim olarak büyür, o yıllarda yetim çok ama sanki “yetimlik” bir günahmış gibi ona yapışır. Girdiği her polemikte -ki Peyami Safa’nın kendi devrinde polemiğe girişmediği yazar, şair, alim bulmak zordur- yetimliği bir şekilde ona hatırlatılır, Nazım Hikmet “Bir düşün oğlum/bir düşün ey yetimi Safa” diye seslenir ona.

Tekrar dönelim Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Peyami Safa’nın ölümü üzerine günlüğüne yazdıklarına. Tanpınar’a göre, “Peyami huysuz, karışık, küçük hesaplar yapan, en kötü insanlarla beraberliğe hazır ve menfi” bir adamdı. Menfiliği, muasır olan her şeye kapalı olmak anlamında aldığını belirtiyor üstat. “Egoistti, bu yüzden hiçbir inanç kökleşmiyordu onda. Önce, Nazım Hikmet’le birlikte komünizmi tecrübe ettiğini” yazar Tanpınar.

Oysa öncesi var. İlk gençliğinde yani komünist olmadan önce, çocukluğunda ona bir tür babalık yapmış olan Dr. Abdullah Cevdet’in -diğer babası da Recaizade Mahmut Ekrem’dir- fazla etkisinde kalır. Abdullah Cevdet’in dergisi “İçtihad”ta pozitivist ve materyalist fikirler serdeden yazılar yazar. Hatta,........

© Habertürk