O an!
Geçmişte hiçbir şey yaşadığımız gibi değil, her şey hatırladığımız gibidir.
Tahta köprünün üzerinde durmuş, altından akan suya bakıyordum. Şairin baktığı gibi değil, sahiden de suya bakıyordum. Zihin bizden bağımsızdır, başına buyruktur hafıza. Biz istemesek de birtakım iç içe geçmiş ters yüz kurgular yapar kafasına göre; çoğu zaman fazlalıkları atar, bazen de ayrıntı tarlasına dalar, orada küçülür, otların arasında dolaşan bir böcek olur mesela, o vahşi cangılda bir süre sonra kaybolur gider.
Tahta köprüde durmuş, dirseklerim korkuluğa dayalı, yüzüm avuçlarımın içinde, suya bakıyordum. Feqiyê Teyran’ın “Av û Av” şiiri düştü aklıma; kovdum. Şairin “Sana Bakmak” şiiri aldı onun yerini; onu da istemedim. Teslim olmaya niyetim yok. Hafızam yönlendirmeyecek, onun istedikleriyle meşgul olmayacağım, aklımda “Troçki” ve “Simo” diye iki isim var. Buraya gelmeden önce kaldığım yerin sayfasını kıvırıp sehpanın üzerine bıraktığım kitapta okuduklarım beni götürmüştü “Simo”ya…
İlle de 1979 yazında kalacaktım. O kuyuda… Bu kuyu metaforu da “Görme Biçimleri”nde John Berger’den ödünçtü. “Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir. Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur,” der Berger.
1979 yazından hiçbir sonuç çıkarmıyorum. Hatıranın yaşadığım hali mi buldu beni bu tahta köprüde, yoksa hatırladığım mı beni alıp götürdü o günlere, doğrusu bilmiyorum. Dedim ya, hafıza annesinin sözünden çıkmış, başına buyruk haşarı bir çocuktur bazen.
Bazıları, yaşadığımız her şeyden yola çıkarak yaşadıklarımıza “geri dönüp bakmayın” diye tembihler bizi… Hep ileriyi gösterirler. Bu “ilericilerin” piri Lut olsa gerek. Hani gazap yağıyordu kavmine. Günaha girmişlerdi. İmkânı yok helak olacaklardı. Karısıyla kaçıyorlardı hani. Sodom yanıyordu. “Geri dönüp bakma sakın” diye tembihlemişti karısını hani. Ama kadın dönüp baktıydı. Ve o lahza tekmil bedeni pul pul tuz olup dökülmüş, sonra da tuzdan ışıltılı bir kaya olmuştu. Çok iyi yaptı diyenler de var, sonuçlarını bilmiyordu diyenler de… Sonuç, tuzdan bir kayaya işte. Anna Ahmatova, Stalin’in o korkunç saltanatı hüküm sürerken, insanlar kafileler halinde rejime kurban edilmek üzere insan kanıyla kirlenmiş sunaklara götürülürken, şiirini yazmıştı hani:
“Bu kadının yasını kim tutacak?
Çok mu önemsiz geliyor size?
Ama benim kalbimde yeri hep mevcut
Dönüp bakmak uğruna canını verdiğinden.”
Ahmatova’ya göre Lut, karısına “bakma” dememiş, tam tersine “dönüp bakabilirsin” demişti:
“Doğup büyüdüğün Sodom’un kızıl kulelerine
Bir zamanlar şarkı söylediğin meydana
İplik eğirdiğin barakaya
Evlilik döşeğini oğulların ve kızlarının kutsadığı
Yüksek binanın şimdi boş pencerelerine”
“bakabilirsin” demişti.
Dayanamamış kadın, dönüp tek bir nazar fırlatmıştı:
“Ve anî bir acı
Gıkını çıkaramadan dikti gözkapaklarını birbirine
Vücudu pul pul berrak tuz olup döküldü
Çakılıverdi hızla koşan ayakları yere.”
Bu tahta köprüde, suya bakarken, Ahmatova da yardım etmişti Simo’yu hatırlamama… Sonra Lev Davidoviç’in, herkesin bildiği adıyla Troçki’nin “Hayatım”da anlattığı o ana…
Devrim gününe…
8 Aralık mıydı? Colani ve arkadaşları Şam’a girmiş, Şam düşmüş, yürüyüşçülerin lideri yere diz çökmüş, alnını dayayıp toprağa, secdeye varmıştı. İşte en çok o ana benzer anları çapraz kurgularla beynimde bir düzene soksun istiyorum hafızam bugün. Böyle bir anı hiç yaşamadım, yaşamam da… Ama yaşayanları ne çok merak etmişim, yazarak anlatamam. Fatih Sultan Mehmet’in surları delerek Konstantinopolis’e girdiği an da böylesi bir andır, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Ankara’ya ulaştıkları an da… Fidel Castro ve arkadaşlarının Havana’ya girişi de öyledir, Humeyni’nin Tahran’a geldiği gün de… Liste uzadıkça uzar.
Sonrasının planını yapmışlar mıydı o devrimciler? İlkin kimlerden intikam alacak, kimlere merhamet göstereceklerdi? Hangi işler yanlıştı, neyi düzelterek başlayacaklardı işe? O an için nasıl bir hayal kurmuşlardı? İktidar, kavuşulduğu anda cazibesi artan bir şey miydi, yoksa tahtına oturulduğunda dikenleri her yerine batan rahatsız, her an elden uçacakmış gibi duran bir emanet mi? Ve en önemlisi nasıl bir vazife bölüşümü yapacaklar? Kimin hangi görevi üsteleneceğine kim karar verecek? Devrimin lideri tek irade miydi? Her şey onun iki dudağı arasından çıkacaklara mı bağlıydı?
Aslında devrim anına kadar, lider diye öne çıkan, sadece eşitler arasında birinci olandır. Onun da tek oyu var, ya da onun iradesi herkesin iradesi değildir. Her şeyin tek iradeye getirilip bağlanması, birisinin “diktatörlüğünü” ilan etmesi, yani “iradem iradendir” kıvamını alması zaman alır. Lideri lider yapan zamandır. O andan itibaren herkes Hannah Arendt’in deyimiyle “şefin yalan söylediğini” bilir. “Mühim olan şefin yanılmazlığı değil, yenilmezliğidir.” Şef yenilirse hepsi yenilir çünkü. Lider devrimi yapan değildir. O sırada birçok lider adayı sırada bekler. O an geldiğinde öne çıkan lider, yavaş yavaş ötekilerin defterini dürer.
Tahta köprüde suya bakarken, o sene 1979 yazında “devrim yapsaydık” eğer, her şey nasıl olacaktı sorusu belirdi beynimde.
İşte bu yüzden Simo geldi aklıma.
Simo, o yaz bizi iktidara getirmişti!
Devrimin hikayesini bile kafasında yazmış, ama yazma yeteneğinden yoksun olduğundan........
© Habertürk
