MİT'in paylaştığı belge ve Rasih Güran'ın sızlayan vicdanı
Eskiden, “Biz aşağıda imzası olanlar”ın behemehal dönmemizi istedikleri o “asrı saadet” zamanlarında yani; gazetelerde yazı yazan, roman, şiir yayınlayan, resim yapan, siyasal iktidarın koyduğu “resmi görüşün” dışında fikir serdeden insanları, 1965’te MİT adını almış olan istihbarat teşkilatımız takip etmeye başlar; bazen takibe aldığı şahsın evinin yakınında bir daire kiralar, o daireye paralel telefon çeker, başına on parmak hızlı daktilo yazan bir “saplamacı” oturtur, adamın telefonunu dinler, yaptığı bütün görüşmeleri özel olsun olmasın kayıt altına alır; yazarların, şairlerin, mütercimlerin evlerini basar, buldukları “zararlı yayınlarla” birlikte çoğu zaman o şahsın kişisel eşyalarına da el koyar, Musa Anter’de olduğu gibi evindeki birkaç parça kıymetli antika eşyaya da “suç delili” muamelesi yapar, arama yaptıkları evde o şairin, yazarın, ressamın, müzisyenin, alimin, mütefekkirin aleyhinde delil olarak kullanabilecekleri her şeyi alıp götürürdü.
Özellikle yakın bir zamanda “biz aşağıda imzası olanlar” diye bir bildiri yazıp, o “güzel günlere” dönmemizi tavsiye eden bazı sosyalist solcu aydınların babaları, ağabeyleri, ablaları, hatta içlerinden bazıları bu dertten epey mustarip olmuş, alıp götürülen kitapları geri verilmediği için birçokları defalarca evinde yeniden kitaplık kurmuş, birçok yazar ikinci bir kopyası olmadığı için kaptırdığı romanını, hikayesini tekrar baştan yazmak zorunda kalmış, bazıları da “illallah geldi, romanın da hikayenin de canı cehenneme” deyip yazmaktan vazgeçmiş, bazıları da Yusuf Atılgan gibi uzak bir Anadolu köyünde inzivaya çekilerek izini kaybettirip bu zulümden kurtulmanın bir yolunu bulmaya çalışmıştı.
Kuruluşundan 1990’lı yılların sonuna kadar başında yüksek rütbeli bir zabitin bulunduğu Milli İstihbarat Teşkilatı, devletin yurt dışındaki çıkarlarını kollayan, sırlarını muhafazayı vazife bilmiş, içeriye yapılacak sızıntıları engellemeye çalışan, karşı istihbarat geliştiren, özetle devletin kalbi, gözü kulağı ve burnu vazifesini yerine getirmekten çok, düşman bellediği “komünizm”, “irtica” ve “bölücülük” cereyanlarıyla mücadeleyi esas almış, kitap toplamak, yazara işkence etmek, resim yasaklatmak, müzik susturtmak, sözde topladığı yalan yanlış bilgilerle insanlara iftira atıp suç isnadında bulunmak, hasılı kelam sanata, sanatçıya düşmanlık yapmakla geçirdi çok uzun yıllarını.
Sonra devran değişti. AK Parti, teşkilatı geleneksel normlarından koparıp “kurum” haline getirdi ve başına da Hakan Fidan’ı getirdi. Bir anda her şey değişti. Muhalif yazarlar, sanatçılar, ressamlar, müzisyenler, alimler rahat bir nefes aldı. Teşkilat asli vazifesine dönmüştü çünkü.
Bundan sonra MİT, o zamana kadar teşkilat içinde birbirlerine karşı magazinel raporlar hazırlayan, sanatçıların ürettiği sanat yapıtlarıyla uğraşan bir yapı olmaktan çıkıp, vakti zamanında el koyup arşivine yerleştirdiği, o sanatçıların evlerinden, iş yerlerinden alıp bir daha sahiplerine geri vermediği bazı belgeleri, resimleri arşivden çıkarıp tekrar hepimize gösteren bir kurum haline geldi. Başında vicdanlı, kendisi de çaplı bir entelektüel olan İbrahim Kalın gibi bir akademisyenin bulunduğu günümüzün MİT’i en son, Nazım Hikmet’in çizip, kenarlarına “Davet” şiirini el yazısıyla yazdığı bir tablo paylaştı efkârı umumiye ile.
“Acaba MİT bu belgeyi paylaşmış olmakla nasıl bir mesaj vermek istedi?” gibi siyasi bir soru benim ilgimi hiç çekmedi; benim ve benim gibi düşünen birçok kişi, belgenin neden yayınlandığından çok, belgede Nazım Hikmet’in karakalemle çizip yanına “Davet” şiirini kendi el yazısıyla yazıp tarih düşerek imzaladığı tablodaki genç adamın kimliğiydi. Paylaşımda buna dair bir bilgi yoktu, her kafadan bir ses çıktı ama o seslerin içinde bence en akla yakını İhsan Yılmaz’ın, Haluk Oral’a dayanarak Hürriyet’te yazdığı yazıydı. Şiir üzerine önemli çalışmaları olan Haluk Oral’ın tahminine göre, Nazım’ın karakalem portresini çizdiği şahıs, şairin arkadaşı Rasih Güran’dı. Muhtemelen Nazım Hikmet bu porteyi hapishanede çizmiş, arkadaşına hediye etmiş, yukarıda sözünü ettiğim ev baskınlarından bir baskın sırasında istihbarat teşkilatının eline geçip, kimde bulduysa artık onun komünistliğine dair bir suç delili olarak alıp arşivine koymuştu.
Belgede, “Nazım” imzasının altında “1950” tarihi göze çarpıyor. Eğer o kişi Rasih Güran ise -ki bence de odur- Güran o sırada 38 yaşında “imanı kuvvetli” bir komünisttir.
Vedat Türkali, “Komünist” adını verdiği hatıratında Rasih Güran için “Nazımcı” der. “Marksçı”, “Leninci”, “Maocu” kavramları revaçtaydı o tarihlerde ama “Nazımcı” tabirine ilk defa Vedat Türkali’de rastlıyorum. Sonuçta Nazım Hikmet, Tanrının içine nefesini şiir şeklinde üflediği bir büyük şairdi, şiirinden çok siyaseti sevdi ama… “TKP’nin başına geçmek için” gerekirse o şiirden bile vazgeçmeye hazırdı (Allah’tan yoldaşları şiiri korumak için değil, kendileri başta kalsın diye, ona engel oldular da o muhteşem şiirler ortaya çıktı), ama olmadı işte, siyaseti beceremedi, şair olarak öldü. Mayasında sanata dair bolca malzeme olan, Nazım Hikmet’teki “şiire dair hikmeti” erken keşfetmiş, şairden on yaş küçük olan Rasih Güran için “eski tüfek”lerden, bütün komünistlerin “Vartan Amca” adıyla bildiği Vartan İhmalyan “Bir Yaşam Öyküsü” (Cem Yayınları) adını verdiği hatıratında “Nazım’la uzaktan akraba idi” der. Zaten o dönem hatıratlarında Rasih Güran’dan en çok bahseden de İhmalyan’dır. Bu yazıyı yazarken ölüm haberini büyük bir üzüntüyle öğrendiğim, Türkiye’de özellikle başı üzerinde duran yakın dönem siyasi tarihini ters çevirip ayakları üstüne oturtan kıymetli tarihçi Mete Tunçay’ın yayına hazırladığı İhmalyan hatıratında, daha 20 yaşındayken TKP’ye “intisabına” Rasih Güran’ın önayak olduğunu söyler. Aynı mektepte okuyorlar, Göztepe Amerikan Koleji’nde. Rasih Güran, müteahhit olan babasının onu ve annesini çok erken yaşlarda terk ettiğini söyler bir arkadaşına yazdığı mektupta. “Güran” soyadlarını, Fatih Sultan Mehmed’in Hocası Mela Goranî (Molla Gürani)’den alıyor aile. Zira soyları bu büyük alimin soyuna dayanmakta. (Her ne kadar Türkçede Fatih’i........
© Habertürk
