menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Lorca'yı kim öldürdü?

103 1
25.05.2025

Hızlı trenle; katar katar, aheste aheste giden normal yolcu trenleriyle yapılan yolculuğunun tadı yoktur. Her şey çok hızlı geçer pencerenin önünden. Manzaraya bakıp başka alemlere dalamazsın. Manzara, yanınızdan hızla kaçan, bir türlü yetişemediğin bir sevdiceğe döner. Bu yüzden hızlı tren yolculuklarında dışarıyla bağlantımı kesip, içerde, oturduğum koltukta olmanın keyfine bakarım. Ya yazı yazar ya da kitap okurum.

Madrid-Kordoba arasında iki saate yakın hızlı tren yolculuğunda da öyle yaptım. Madem şiirinde “Kordoba’ya varamamaktan” yakınıyordu Lorca, o halde ben de vakti zamanında Murat Belge’nin Türkçeye çevirdiği, kırılgan şairin katledilmesini anlatan Ian Gibson’un “Lorca’nın Öldürülüşü”nü (Kavram Yayınları) okuyup cinayetinin izini süreceğim.

Trendeydim, Lorca atının sırtında… Bir ara zeytin ağaçlarının arasında, hiçbir ağaca çarpmadan trenle yarış halinde, uçarcasına giden bir at göründü gözüme. İşte o ata yakmıştı türküsünü Lorca…

“Ay kocaman at kara/Torbamda zeytin kara

Bilirim de yolları/ Varamam Kordoba’ya”

diye başlıyor “Atlının “Türküsü”ne... Dağları aştık bir ara, tren bir tünele girdi. Bir ova belirdi önümüzde; Lorca daha yüksek sesle söylüyordu:

“Ovadan geçtim yel geçtim/ Ay kırmızı at kara

Ölüm gözler yolumu/ Kordoba surlarında”

“Kordoba surları”ydı aslında beni bu yolculuğa çağıran. Bir kardeş kavgası sonucu Bağdat’taki Emevi Hanedanı’ndan Onuncu Emevi halifesi Hişam bin Abdülmelik’in torunu, Muaviye bin Hişam’ın oğlu Abdurrahman, daha önce Tarık bin Ziyad’ın aştığı denizi aşıp bugünkü Cebelitarık Boğazı’ndan bu yakaya, İber yarımadasına, yani bugünkü İspanya’ya geçmeseydi, geçip Kordoba’da yepyeni bir İslam medeniyetinin temellerini atmasaydı, Ortaçağ karanlığında çok hızlı bir biçimde Bağdat’la aşık atacak kadar ışıl ışıl, görkemli Kordoba şehrini inşa etmeseydi, burada 781 yıl sürecek Endülüs Emevilerinin hükümdarlığını kurup tarihin ilk müzik okulunu açmasaydı, Batı dünyasını bilim, sanat, tıp, mimari, felsefe ve edebiyatla hemhal kılmasaydı, gündelik hayatlarında yemekten giyime, saç tıraşından sofra adabına kadar bir dizi yenilik yapıp bu yeniliklerle Avrupa’yı tanıştırmamış olsaydı eğer ben de bütün bu muazzam gelişmelerin en önemli merkezlerinden birisi olan Kordoba’yı görmek için bu kadar sabırsızlanmayacak, bulduğum ilk fırsatta “surların içinde”, Vad’il Kebir ırmağının kenarına inşa edilmiş olan Kordoba Camiini bir an önce görmek için bu kadar heyecanlanmayacaktım.

Ölümünü okurken, bir yandan da bana türküsünün son kıtasını söylüyordu şair:

“Yola baktım ama yol uzun/ Canım atım yaman atım

Etme eyleme ölüm/ Varmadan Kordoba’ya”

Belli, Kordoba’ya varmadan ölüm haram şaire… “Kordoba/Uzakta tek başına”göründüğünde, kulağıma gelen türküyü Lorca mı söylüyor, yoksa “Baba dağlar bugün yeşile boyandı diyerek Neriman Altındağ Tüfekçi mi söylüyor, karıştırdım birbirine. Dağlar orada da var, ama onların türküleri daha çok portakal çiçeği kokar. Dağlar, bizdeki gibi, hele benim doğduğum ve büyüdüğüm yerlerdeki dağlar gibi insana yakın durmaz. Çok uzaktalar… Bizim oralarda öyle mi? Dağlarla burun buruna gelirsin dünyaya, nereye gidersen git önünde daima haşmetli bir dağ vardır. Bu yüzden bizim ellerde doğan her çocuk ilk olarak dağın ardını merak eder. Yürümeye başlar başlamaz da dağa tırmanarak başlar hayat yolculuğuna. Ömrünün bir deminde o dağın doruğuna vardığında o yaşına kadar merak ettiği şey bir tokat gibi çarpar yüzüne, afallar, şaşırır zira dağın tepesinde dağın ardı çıkmaz karşısına, gördüğü, çıktığı dağ kadar haşmetli başka bir dağdır. Dağlar silsile silsile uzanır önünde, hangisinin doruğunda merak ettiği şey çıkacak yoluna bilemez, çoğu zaman çoğu kişi bu merakını gidermeden göçüp gider bu dünyadan.

Şairin çocukluğu dağlarla burun buruna yaşanan bir çocukluk değildi. Okuduğum kitapta geçiyor. Kırı çok sevdiğini söylüyor şair. Bütün hissiyatıyla kıra bağlıdır. En eski çocukluk anılarında hep toprağın tadı var. Şiirindeki güzellikleri çayırlara, tarlalara, portakal çiçeğine borçludur. Bütün çocukluğu köyde geçmiştir. Çobanlar, tarlalar, gök, ıssızlık… Hayal dolusu ıssızlık… Tam bir yalınlık. Yazılarındaki, şiirlerindeki doğaçlamaların şairce oyunlar değil, hepsi gerçek ayrıntılardır… Ne tuhaf, “insanları dinlerken oluşan kocaman bir çocukluk anıları depom var” diyor. İşte bu “şiirsel hafıza”dır şaire göre, “şiirsel belleğe” de iman etmişti ölünceye kadar.

Şaire şiir yazılır, peki ya şiire şiir yazılır mı?

Yazılır.

Turgut Uyar’ın “Federico Garcia Lorca İçin Üç Şiir”inin birinci şiiri, şaire değil, şairin şiiri “Atlının Türküsüne” yazılmıştır sanki. “Sessiz akan sulara gazel” adını koymuş Turgut Uyar. Lorca yolları bildiği halde Kordoba’ya varamamaktan yakınıyordu. Turgut Uyar ille de varacak oraya:

“Yol uzun, hava sıcak

Kırbaçlarım atımı varırım Kurtuba’ya”

Sığırcıkların sürüler halinde ovaya indiğini görürse eğer, işte o gün insanların dünyayı bölüştüklerini hatırlayacak şair… O zaman;

“Sevişirim ölürüm, savaşırım ölürüm

Doldurmuşum çantama kara ekmek ve peynir

Varırım Kurtuba’ya”

Bedri Rahmi Eyuboğlu ise, doğrudan doğruya Lorca’ya seslenir. Bir şiir bekliyor şair ve dile gelir kelimeler:

“Bir şiir gelecek biliyorum Lorca

Deniz fenerleri gibi gözlerim yolda

Bir şiir gelecek biliyorum Lorca

Bir şiir gelecek biliyorum yalınayak

İçimde senden bir şeyler olacak

Senden ille de senden Lorca

Yüreğinde bir kurşun

Avuçlarında bir tutam yonca

Kumral karanlıklar içinden usulca.”

Peki Lorca neyimiz olur? Turgut Uyar’dan Bedri Rahmi’ye, Can Yücel’den İsmet Özel’e bizden bu kadar kudretli büyük şairi etkilemiş, şiirlerine konu olmuş olmasının sebebi ne ola? Bunun sebebi, ölümü hiç yakıştırmadıkları, çarşıdan aldığı portakalları eve götürürken yolda döken çocuk kadar mahcup, dünya edebiyatına bir kamyon dolusu kırılgan dize hediye etmiş bir güzel şairin çok genç yaşta faşistler tarafından kurşuna dizilmiş olmasıdır elbet ama tek başına bu olamasa gerek… 1936’da başlayan İspanya İç........

© Habertürk