menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kıymetli adamlar ve anneleri

92 1
yesterday

Güçlü kadınlar vardır; sadece oğullarının hayatlarına değil, yaşadıkları sürece onların her şeylerine hükmederler, hatta bilinçaltlarına bile... Baudelaire’in buz gibi “soğuk” annesi, Cahit Sıtkı’nın “bahtsız” annesi, Yaşar Kemal’in öç almaya yeminli “öfkeli” annesi, Nazım Hikmet’in “sanatkâr” annesi, Rilke’nin bir beladan kaçar gibi “kaçtığı” annesi, Karl Marx’ın “ölse üzülmeyeceği” annesi gibi…

Bize; bizi “toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak,” onun “inim inim inletilen köleleri olmamak için”, artık elimize ne geçtiyse, şarap olur, şiir olur, erdem olur canımız hangisini çekiyorsa onunla “sarhoş olmayı” öğütleyen, hayatı boyunca “nerede değilse orada iyi olacakmış” duygusunu yaşayan, kısacık ömründe oradan oraya sekip duran bütün zamanların en büyük şairlerinden birisi olarak kabul edilen Charles Baudelaire doğduğunda babası 60 yaşında bir ihtiyar, annesi 26 yaşında gencecik bir kadındı. Şair altı yaşına bastı babası öldü, o andan itibaren annesine duyduğu sevgiye bir de baba sevgisini ekledi, anneye karşı aşkı kat kat büyüdü. Annesiyle balkonlu bir evde oturuyorlardı. Çok mutluydu. “Balkon” şiiri o mutlu günlerini anlatır. (Bizde en meşhur “Balkon” şiirini Sezai Karakoç yazmış ama onun Balkon şiiri daha çok “ölümü” üzerinedir.) Annesine seslenir şiirde, annesinin ondaki adı “anıların annesi”dir, “güzeller güzelidir”,dünyadaki tek “emeli”dir, “gül rengi buğularla kaplı büyülü akşamlar” geçirmişler birlikte bu balkonlu evde, “ölümsüz şeylerden” söz etmişler, bulduğu her fırsatta annesine doğru eğilir, “kanını koklar ciğerlerine çekerek”, “gece kalın bir duvar gibi koyulaşınca, gözleri karanlıkta buluşur”, “soluğunu içerdi”, “ayaklarında, kardeş ellerinde uyurdu”, onda bulduğu güzelliği başkasında aramasına gerek yoktu, sonsuza kadar orada yaşamak isterdi, ama hep bir tedirginlik hali, hep bir soru işareti beyninin kıvrımlarında, ya anne çekip giderse, acaba “o yeminler, kokular, sonsuz öpücükler,” güneşin doğuşu gibi “öyle doğacaklar mı bir gün derinliklerinden?” “Ey yeminler! Kokular! Ey sonsuz öpücükler!”

Ama bu muhteşem birliktelik fazla sürmedi. Genç ve güzel annesi, babasının ölümünden kısa bir süre sonra başka bir herifle evlendi. Şair annesine dedi ki:

“Benim gibi bir oğlu olan kadın bir daha evlenmemeliydi…”

Derler ki şair Oedipus Kompleksi’nden mustaripti. Her ne kadar annesine karşı cinsel bir eğilimi olmasa da ona duyduğu sevgi, kıskançlık, sahiplenme ve önüne geçemediği şefkatten bir günah çıkardı payına, suç işlediğini düşündü, günaha girmiş saydı kendini ve derler ki sırf bu yüzden hayatının sonuna kadar beyaz tenli kadınlara yanaşmadı. Daha çok siyahi hayat kadınlarında aradı teselliyi. Frengi hastalığı çok erken yaşlarda onu buldu, yiyip bitirdi.

Şiirlerini Türkçeye çeviren ve hakkında bir de kitap yazmış olan Erdoğan Alkan’a göre “Balkon” şiirini ilk defa Türkçeye çeviren Cahit Sıtkı Tarancı, şairin tensel aşkla ruhsal aşkı birlikte yoğurmasına bakmadan, şiirinde ruhsal aşkın tensel aşka baskın gelmesine aldırmadan, şiirde annesine duyduğu derin sevgiyi, yanlış yorumlayarak, bir başka kadına beslediği aşkın şiiri olarak ilan etti onu ilk çevirdiğinde. O Cahit Sıtkı ki, daha 1931 yılında “Anne, Ne Yaptın?” şiirini yazmıştı ki son dörtlüğü şöyleydi:

“Karnında yaşıyordum, kâfiydi saadetim!

Anne, istemiyordum ne tacı ne sarayı!

Anne, karnında fazla yaramazlık mı ettim?

Anne, sana kim dedi yavrunu doğurmayı?”

Çok mutsuz bir hayat yaşadı Cahit Sıtkı. Annesine de serzenişi bu yüzdendi. Bütün kadınları kendine “fazla” buldu ya da kendini hoşlandığı her kadına “eksik” gördü. Çirkinliğiyle baş etmeye fazla zaman ayırdı. İnme indiğinde kırk altı yaşındaydı. Darbe ağırdı. En fecisi dilini alıp götürmüştü inme. Hasta yatağında konuşamıyordu. Beyni tamamen sıfırlanmıştı. Hiçbir dilden, en güzel şiirlerini yazdığı Türkçe dahil tek kelime bilmiyordu artık. Yeni doğmuş lâl bir çocuk gibiydi. Dili gözleriydi. Ta mektep yıllarından ölümüne kadar birbirlerinden hiç ayrılmamış can dostu Ziya Osman Saba onu ölüm döşeğinde ziyaret ettiğinde başucundaki annesi Arife Hanım, oğlunun şair arkadaşına gözleri parlayarak bir haber verdi. O gün oğlu Cahit, tek kelime öğrenmişti yatağında. Arife Hanın, tıpkı doğduğunda öğrettiği gibi şimdi ölürken ona tekrar “anne” demeyi öğretmişti. Bütün dillerin en güzel kelimesi olan “anneyi” Türkçenin en iyi şairlerinden birisine tekrar öğretmek “gene bahtsız anneye kısmet olmuştu.” Sonrasını........

© Habertürk


Get it on Google Play