menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İz bırakanların, kaybolan izleri!

117 11
26.01.2025

Eskiden; memleket dışına, daha çok da Avrupa’ya “cevelan” maksatlı veya “tedavi” sebebiyle gitmek bu kadar kolay değilken, devlet her önüne gelene pasaport vermezken, verse bile herkese “cebinde gezdirmesi yasak” olan döviz temininde pek cimri davranıyorken yani; Ahmet Haşim’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Sait Faik’ten münevverandan başkalarına kadar, Avrupa’ya, özellikle de Paris’e ayak basar basmaz ilk ziyaret etmek istedikleri yer; ilk entelektüel gıdalarını eserlerinden aldıkları, çoğu zaman özendikleri, zaman zaman mısra, tema “aşırdıkları”, çokça onun gibi olmak istedikleri oralı büyük yaratıcıların, yazarların, şairlerin, ressamların, müzisyenlerin sık sık gittikleri kafeler, doğdukları ve öldükleri müze evleri olurdu.

Paris’e gidenlerin hepsi, İstanbul’a yeni gelmiş Anadolu köylüsünün yaşadığına benzer bir şaşkınlık, bir mahcubiyet yaşadılar. Hep bir hayranlık hissiyatı halesi kuşattı çevrelerini. Ama içlerinde Nuri Pakdil’e benzeyenler de vardı tek tük. Nuri Pakdil “Batı Notları”nda bir seminer vesilesiyle gittiği Paris’e (o sanki ne bulsam da yerin dibine batırsam gözüyle dolaşır Paris’i) onu önce heykellerin karşıladığını yazar. “Taşın bile fıtratını bozdular” der. Paris içinse şunları söyler:

“Uyandım gözüme plastik bir güneş parçası yapışmıştı. Uzun süre silmeye uğraştım. Niçin güneşi plastik Paris’in? Çünkü yükselen Batı isi, güneşle Paris’in arasında kalın bir duvar. Bu is, bildiğimiz baca isi değildir. O yüzden temizdir Paris’in havası. Biz Doğuluların, Doğulu duygusuyla hissettiğimiz, yorumu da bize ait olan bir is.”

Belli ki Nuri Pakdil, diğerlerinin merak ettiği mekanları pek merak etmemiş ama mesela Ahmet Haşim, tedavi için gittiği Frankfurt’ta hastaneden önce Goethe’nin evini merak etmiş yazdığı “Frankfurt Seyahatnamesi”nde. Haşim Almanya’ya gittiğinde, Hitler çizmelerini parlatıyordu. Her yerde şairin deyimiyle, “San bezden uydurma bir avcı üniforması üzerinde, uydurma bir kayış, uydurma bir matara ve bir muhayyel müstakbel seferin uydurma donatımı ile erken süslenmiş bayağı çehreli adamlar” dolaşıyor, “içi kurtlu, pembe ve büyük bir elma”dır Almanya ve bu Almanya’da en çok Goethe’nin evini görmek ister şair.

*

İlk gün Frankfurt’ta fazla dolaşmadan, hatta hastaneye gidip doktora görünmeden önce Goethe’nin evine koşar.

Haşim, Goethe’nin evinin önünde durduğunda, büyük şair öleli tam yüz yıl olmuş. Evin içi hınca hınç doludur. Hepsi de Alman ziyaretçiler. Evi dolaşır, “Şairin hatırası bu evin her tarafında nefes alıyordu” der.

Evin her yerini gezdikten sonra nihayet sıra büyük Goethe’nin çalışma odasını görmeye gelir. Mihmandar kafileyi, “üstü baştan başa mürekkep lekeleriyle kaplı eski bir yazı masasının önüne” getirdiğinde orada durur ve der ki:

“Goethe Faust’u bu masa üzerinde yazdı. Bu lekeler Faust’un lekeleridir!”

Herkes çok heyecanlanır.

Haşim şunları yazar:

“Herkes o mukaddes gölgeleri yakından görmek için medeni nezaketi unutarak masaya yaklaşmak üzere kendine yol açmaya çalışıyordu. Bu hayran gözlerde lekeler, mürekkep lekeleri değil, fakat bir ebedi lacivert semada namütenahi yıldız serpintileri idi.”

Bizde, masasında mürekkep lekelerini görmek için geçtim yüz sene önce ölmüş olmasını, birkaç sene önce aramızdan ayrılmış hangi yazarın evini ziyaret etsek acaba? Bırakın çalışma masasını ve üzerindeki örtüye düşmüş mürekkep lekelerini muhafaza etmeyi, kıymetli bir şahsiyet bizde ölür ölmez, evde toz yapan, fazla yer işgal eden, kitaplarını ve ıvır zıvır diye tabir edilen evrakını çuvallara doldurup sahafların yolunu tutarlar. O kitaplar, ıvır zıvırlar evden çıkınca ev biraz daha genişler. Bu durum başını sokacak evi olanların ölümünden sonra başına gelenler. Ya kendisine ait evi olmayanlar. Onlar hepten Allah’a emanet…

1990’ların başına kadar çoğu yazarın kendi evi yoktu zaten. Yaşar Kemal “İnce Memed”i Serencebey’de kiralık bir dairede, sobada yakacak odun kömüre verecek parası olmadığı için, Boğaz’ın sularının donduğu o yaman kışta, elinde kalın yün eldivenler, başında karapapak kalpağı, soğuktan tir tir titreyerek yazmıştı.

Orhan Kemal Cibali’de topu topu 58 metrekare bir kiralık eve yerleşmişti ailesiyle birlikte. Bir fabrikada iş bulmuştu, sabah saat yedide iş başında olmak zorundaydı, sabaha karşı saat üçte, dörtte uyanıp ortalık ışıyıncaya kadar yazıyordu bu evde. “Bereketli Topraklar Üzerinde”, “Gurbet Kuşları”, “Evlerden Biri” ve “Sokakların Çocuğu” romanlarını burada yazdı.

1951’de Adana’dan, Yaşar Kemal’le........

© Habertürk


Get it on Google Play