İki Jöntürk; ikisi de Kürt!
Dr. Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp’ten yedi yaş büyüktür. Cevdet, Malatya Arapgirli, Gökalp Diyarbekir Çermiklidir. Abdullah Cevdet’in babası Diyarbekir birinci tabur kâtiplerinden Hacı Ömer Vasfi Efendidir; oldukça dindar bir ailede yetişti Cevdet, çocukluğunda sıkı bir din eğitiminden geçti. Ziya Gökalp’ın babası ise vilayet mektupçusu Çermik Kürtlerinden Tevfik Efendi, annesi köklü bir Kürt ailesi olarak bilinen Pirinççizadelerden Zeliha Hanımdır, aynı aileden şair Cahit Sıtkı Tarancı da Ziya Gökalp’in yeğenidir. (Ziya Gökalp ise çok sonra “Ben kendimi Türk sayarım, çünkü kişinin milliyetini tayin eden ırki menşei değil, terbiye ve duygularıdır” diyerek kendini “terbiye ve duygu olarak” Kürt değil, Türk hissettiğini söyledi.) Abdullah Cevdet, Tıbbiye okumuş, göz hekimidir; Ziya Gökalp yüksek tahsil görmemiş, Türkiye’de içtimaiyat ilminin kurucusu, Samet Ağaoğlu’nun deyimiyle “kendi sahasının tek diktatörü”, “alaylı” bir alimdir.
Abdullah Cevdet, ölünceye kadar hep bir “nefret objesi” olarak varlığını sürdürdü; Ziya Gökalp ise herkes tarafından saygı gören bir “mürşit” olarak el üstünde tutuldu. Cevdet, katı bir pozitivist, su katılmamış bir ateistti (Cemil Meriç bunu kabul etmez, ona göre “Cevdet, ‘küfr-ü mutlak’ değildi, olsa olsa agnostikti”); Gökalp ise İslamiyet’in özünü kavramış, kaynağını tasavvuftan alan bir ahlakçıydı. Ziya Gökalp çok genç yaşta, 47 yaşında, gençliğinde kafasına sıktığı kurşun orada kalınca, o kurşunun verdiği acıdan kıvrana kıvrana öldüğünde cenazesi, Samet Ağaoğlu’nun demesiyle “Şeyhülislam Yahya Efendi”den sonra İstanbul’un gördüğü en kalabalık, en görkemli bir törenle toprağa verilirken; Abdullah Cevdet’in, “bu zındığın cenazesini kaldırmak dinen caiz değildir” diyerek ortada kalmış, Peyami Safa’nın araya girmesiyle birkaç kişi namazını kılmış, belediye görevlileri tarafından toprağa verilmiştir.
Ziya Gökalp Abdullah Cevdet’in “şakirdi”; Abdullah Cevdet de Ziya Gökalp’ın “teşkilattan” efendisidir.
İkisinin yolları Diyarbekir’de kesişti. Dr. Abdullah Cevdet, 1894’te Tıbbiyeyi bitirerek göz hekimi oldu. Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde göreve başladığında Diyarbekir’de kolera salgını baş gösterdi, apar topar oraya gönderdiler. Doktor şehre geldiğinde Ziya Gökalp liseden yeni mezun olmuş, 18 yaşında, o zamana kadar şehir dışına çıkmamış, her şeye farklı bir gözle bakan, dağın ardını ve kimsenin merak etmediklerini merak eden cevval bir gençti. Doktor’un namını duymuş, kendi deyimiyle “elindeki baltayla yıkılması gereken düşünceleri yıkan” adamın yazılarını okumuş, fikirlerinden etkilenmişti. O sırada delilikle dahilik arasında gezinen bir ruh haliyle intiharın eşiğinde geziniyordu Ziya, Doktor’a dört elle sarıldı. Aradığı ayağına gelmişti, nihayet şehre, kafasının içinden geçenleri anlatacak ve onu anlayacak biri gelmişti. (“Bütün büyük hikayeler ya bir yolculuk ya da şehre bir yabancının gelmesiyle başlar”-Tolstoy)
Dr. Abdullah Cevdet, rejimin gözünde “erbab-ı fesadan” takımındandı. Dünyanın gördüğü en gizemli gizli teşkilatlardan birisi olan İttihat ve Terakki teşkilatının üç-beş beş kurucu babalarından birisiydi. Hakiki teşkilatçı, Hipokrat kasemini etmiş olsa bile hastasından çok teşkilatını düşen kişidir. O da şehirdeki kolerayı kurutmadan, teşkilatını kurmaya girişti. Teşkilatla uğraşırken, o sırada o cevval delikanlının, Mehmet Ziya’nın intihar ettiği haberini aldı.
Ziya Gökalp’ı daha yirmisine basmadan intihara götüren saik üzerine şu ana kadar bir araba dolusu laf edildi. Kendisi de girişimi “ruhi buhrana” bağlar, kimisi girdiği “entelektüel krizin” onu bu aşamaya getirdiğini söyler ama bana sorarsanız Mehmet Ziya’yı intihara sürükleyen şeyde, istemediği bir yakın akraba evliliğinin rolü aramak gerek. Zira öz amcasının kızıyla evlendirmeye kalkışmışlardı, üstelik kayınpederinin evine “iç güveysi” olarak girecekti. Kürtlerde adetti o zaman, bazı yerlerde hâlâ sürüyor; “dotmam” yani “amcakızı” her müstakbel “amcaoğlu” damadın yani “pismam”ın gelin adayıydı. Birbirlerine aşık olan kuzen evlilikleri çoktur ama zorla evlikler sonucu intihar edenler de çok... “Entelektüel bir krizin” tam ortasında, kendi deyimiyle “harabe bir ruhla” baş etmeye çalışırken Mehmet Ziya’ya dayatılan bu “mecburi” evlilik, beynine tabancayı dayamasına yetmiştir anlaşılan. Samet Ağaoğlu, Ankara’da komşuluk yaptıkları Gökalp ailesini anlatırken, karısını “sakat” olarak tarif eder. “Sakatlığı” neydi söylemiyor ama ölünceye kadar birbirlerini sevmedikleri aşikâr. Ağaoğlu, Mehmet Ziya öldükten sonra, bir gün kadının onları evlerine çağırdığını, “Ziya, Ziya!” diye bağırarak, “Geldi, geldi. Beni çağırıyor. Hayır, ben senin yanına gitmek istemiyorum” dediğini yazar “Babamın Arkadaşları”nda.
O sırada şehirde bulunan Rus bir baytarla Mehmet Ziya’nın imdadına ilk yetişen göz doktoru Abdullah Cevdet oldu. Kurşun kafatasının içinde kalmıştı. Çıkarırlarsa eğer felce yol açabilirdi. Karar verdiler, kurşun orada kalacaktı. O günden itibaren ölünceye kadar Ziya Gökalp zonk zonk zonklayan bir baş ağrısıyla yaşadı. Mehmet Ziya iyileştikten sonra Doktor’la ilişkisini daha da sıkılaştırdı. Doktor, Mehmet Ziya’nın kafatasının içinde bıraktığı “kurşunun” yanına, o zamanlar için, o kurşun kadar tehlikeli bir yığın fikir koymaya başladı. Yetinmedi, Ziya’nın şehirde kurduğu cemiyetine “intisabına” önayak oldu.
Abdullah Cevdet, koleraydı, intihar eden gencin tedavisiydi, cemiyetin şubesini Diyarbekir’de açmaktı derken, bütün bu işlerin yanında Askeri Tıbbiyede okurken kütüphanede eline geçen ve “hayatını değiştiren” kitap olarak nitelendirdiği Büchner’in “Natur und Geist” (Doğa ve Tin) adlı eserini “Goril” adıyla Türkçeye tercüme etti. Kitabı, “Hikmet Müslüman’ın kayıp malıdır,” hadisiyle takdim etti.
Dr. Abdullah Cevdet Diyarbekir’e geldiğinde “muasır medeniyete ulaşmak için Batı’yı örnek almalı” fikrine hem kendini hem de bir hayli insanı inandırmış, vatanseverliği Namık Kemal’den, hürriyet ve eşitlik fikrini de Tevfik Fikret’ten aldığını söyleyen, oldukça kültürlü, kendini çok iyi yetiştirmiş, herkesin “ayaklı kütüphane” dediği bir mütefekkirdi. Şiirler yazıyor, edebi denemeler kaleme alıyor, Şekspir’i Türkçeye çeviriyor, felsefeye, madde ve cemiyete dair makaleler yazıp yayınlıyor, çok kişinin fikirlerine itibar ettiği, Cemil Meriç’in deyimiyle “yobazlığa düşman, irfana aşık bir şair”di. (Çok sonra Ziya Gökalp’ın yazdığı “Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan/Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” dizelerini Abdullah Cevdet “Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan/Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: İrfan” diye değiştirerek cevap verir.) Yine Meriç’in deyimiyle “yeni bir vatan arayan ıstırap kervanının en samimi” yolcusuydu. Belki de Mehmet Ziya’yı ona çeken bu vasfıydı, zira Ziya da içgüdüsel olarak kendini o kervanın bir mensubu olarak görüyor ama kafası daha çok “Kürtler ve Kürtçeyle” meşguldür.........
© Habertürk
