İki bedende tek ruh!
Hakiki dostluk; senin parmağın kesildiğinde onunkinin kanamasıysa eğer, çok nadir rastlanan bir şey olsa gerek. Ömrünün sonuna doğru üç dört dostun varsa eğer, ölürken gözün arkada kalmaz, çünkü tabutuna mutlaka onlardan bir ikisi omuz verecek.
Sen dostundan önce öldüysen eğer, kurtulmuşsun, çünkü kalan kendini yer bitirir, azap olur ona yaşamak; yaşadığı her lahzayı senin hayatından çaldığını sanır mübarek.
Gerçek dost; Akif memlekete gelemiyorsa eğer, kalkıp onu görmek için Mısır’a giden Neyzen’dir. Neyzen boynunda mey matarasıyla dolaşır, Akif “inançlı adam”, tek derdi onu bu meretten koparmak. Mısır’dayken Akif her sabah misafirine Kuran okur, kapatır mukaddes kitabı, sıra ona gelir, Neyzen üflemeye başlar neye, çıkan ezgi Akif’in tilavetine benzer. Neyzen üfler, Akif ağlar, Akif ağlar, Neyzen üfler…
Gerçek dost; Cahit Sıtkı ölünce, yaşadığı her anı onun hayatından çaldığını düşünerek birkaç ay sonra onun yanına giden Ziya Osman Saba’dır. Ölmeden Cahit, “Sanatkarın Ölümü”nü şöyle şiire döker:
Gitti gelmez bahar yeli;
Şarkılar yarıda kaldı.
Bütün bahçeler kilitli;
Anahtar Tanrıda kaldı.
*
Geldi çattı en son ölmek.
Ne bir yemiş ne bir çiçek;
Yanıyor güneşte petek;
Bütün bal arıda kaldı.
Toprağa karışınca Cahit Sıtkı, dostu Ziya Osman bir gece bir “düş” görür:
Düşümde gördüm Cahit’i:
Banka gibi bir yer,
Aynı servise verilmişiz,
Yolumu gözler.
*
Baktım ki, toplamış memurlarını
Nutuk çekmede şefimiz.
El edip geçecektim yerime
Sessiz.
*
Cahit bu, dayanamadı, boynuma atıldı.
Gözyaşlarını duydum yüzümde bir ara.
O, düşümde ağladı,
Bense uyandıktan sonra.
Aynı sene doğdular, aynı lisede, aynı sırada okudular; kısacık ömürlerinde birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Cahit 70 yıl yaşamayı düşünürken 46 yaşında öldü. Ziya Osman hile yaptı ona, birkaç ay daha yaşadı onun yerine de…
Dostu Cahit’i anlattığı bir yazısında onun mektepte en çok hangi yemişi sevdiğini düşünür Ziya Osman; gözlerinin önüne Galatasaray Lisesi’nin her zamanki son sınıf yemekhanesi gelir. Cahit’le bir nevi anlaşmaları var. Tahin helvası olduğu günlerde Cahit ona helvasını verir, o da portakal günlerinde portakalını… Cahit portakal severmiş, o da tatlıyı. Tatlı içini mi bayıltırdı, yoksa arkadaşı Ziya’nın tatlıyı çok sevdiğini bildiğinden ona mahsus mu tatlıyı sevmediğini söylerdi, kim bilir belki de mahsus öyle derdi.
Cahit Sıtkı Diyarbekirli, Piriççizadeler denilen geniş bir Kürt ailesinin çocuğu; Ziya Osman ise İstanbul’da dünyaya gelmiş, Paris ataşeliğini de yapmış binbaşı rütbesi olan bir askerin oğlu... Cahit Sıtkı’nın babası oğlunun okuyup vali olmasını istiyor, bu yüzden ilkokuldan sonra onu İstanbul’a gönderdi. Saint-Joseph Fransız Lisesi’ne başladı, ortaokul son sınıftayken Galatasaray Lisesi’ne geçti. Ziya Osman’la aynı sınıfa düştüler.
Dostlukları asıl ertesi yıl, lisenin ikinci sınıfına geçtiklerinde başladı. Yeni sınıfta herkes kendine bir yer beğenir, çalışkanlar en önleri kapar, daha az çalışkanlar daha geriyi seçer, Ziya ile Cahit, sanki “birbirlerini çekmiş” gibi, bir sırada yan yana bulurlar kendilerini. Kapıya yakın bir sıraydı yerleri.
Ziya, Cahit’i görür görmez İstanbullu olmadığını, “sol yanağındaki Diyarbekir çıbanının irice iziyle” anlar. Cahit’i şöyle tarif eder:
“Esmer, arkaya taranmış, siyaha çalar saçlı, ince dudaklı, üst dudağıyla ufak burnunun arası biraz fazla açık, kulakları kabarık, alnı darca, bütün güzelliği, koyu kestane, Moğolumsu çekik gözlerinin biraz hüzünlü manasında toplanmış, ufak tefek, temiz giyimli, çoğumuzun aksine, kravatlı bir gençti. Halinde, duruşunda bir azim okunuyor”.
Mektepte herkesin bir lakabı var, Cahit’in sınıftaki lakabı; Faşist! Çünkü hoca ne sorarsa sorsun önce o sağ elini tıpkı Nazi selamı gibi havaya kaldırır.
Ziya Osman sekiz yaşında, mutlu bir çocukluk geçirirken bir yalıda annesi İspanyol nezlesine yakalandı, çocuğunu bırakıp gitti, babası bir süre sonra iç güveysi olarak girdiği evden ayrıldı, bu yüzden Ziya yatılı mektebe verildi. Mekteb-i Sultani, böylesine ağır bir yarayla gelmiş çocuğa, yarasını edebiyatla iyileştirme imkânı verdi. İlk şiiri 17 yaşındayken “Servet-i Fünun”da yayınlandı. Mektepte Yaşar Nabi’yle tanıştı, onunla birlikte “Yedi Meşale Topluluğu”na katıldı. Psikolojik bir rahatsızlık geçiren kuzeni Nermin’in tedavisi için onunla Paris’e gitti. Ailesi istemedi ama onun Nermin’de uzun bir süreden beri gözü vardı, evlendi. On yıl evli kaldı, hasta kadınla hayatı sürdürmek gittikçe güçleşiyordu. Şiirlerine bıkkın bir hayatın izleri sindi, ölümü özlemeye başladı.
“En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
Ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz…” dedi.
İkinci Cihan Harbi’nden sonra mesai arkadaşı Rezzan Hanım’la evlendi. Bütün karamsarlıklar kısa süre........
© Habertürk
