Dini, kiniydi!
Yakup Kadri’nin deyimiyle devrinin en büyük “naşiri”, Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük “edip”lerinden birisi olarak kabul edilen Diyarbekirli Süleyman Nazif’in; 1927 senesinin karlı bir kış gününde; o zamanlar oldukça bakımsız, bugün bir hayli mutena, Harbiye’den Valikonağı Caddesine girince, şimdi onun adını taşıyan soldaki ilk sokaktaki küçücük bir evin, mezar kadar dar bir odasında, paslı, soğuk bir demir karyolada ölüsünü bulduklarında, yanında ne bir dostu ne bir yakını ne de bir bakanı vardı.
Peygamberdevesi kadar yalnızdı.
Ölümüne dair bu kıymetli bilgiyi veren arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na göre ona “edebiyatçı” yerine “edip” demesinin nedeni, kabrinde uyurken ona azap vermek istemediğindendir. Zira Süleyman Nazif, “ci” edatını hiç sevmez, hatta mesela kendisine “Türkçü” diyenlerden ifrit görmüş gibi kaçar, yanında kim kendisine “Türkçü” dese, yüzüne tuhaf tuhaf bakar, “Türemiş sıfatların hiçbiri, ihtiva ettiği adın niteliğine malik değildir. Çiçekçi çiçek, kömürcü kömür, kunduracı aynı zamanda kundura olamayacağı gibi, bir Türk de hem Türk hem de Türkçü olamaz” diye kükrermiş.
Paşa çocuğudur Süleyman Nazif. “Mir’Âtü’l-İber” (Dünya Tarihi) yazarı, şair, vakti zamanında Eleziz, Maraş, Muş, Mardin valiliklerini yapmış Diyarbekirli Sait Paşa’nın oğludur. Maaile edebiyatla yoğrulmuşlar. Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âti dönemi edebiyatının mühim şairlerinden Faik Ali Ozansoy, Süleyman Nazif’in kardeşi, şair yazar Munis Faik Ozansoy ise Faik Ali’nin oğludur. “Sofular haram dediler, bu aşkın badesine/Ben doldurur, ben içerim, günah benim kime ne?” diyen şair Nesimi de ailenin büyüklerindendir. Aynı aile büyüklerinden tarihçi İbrahim Cehdi’yi de unutmamak gerek ki Süleyman Nazif, büyük dedesinin adını zaman zaman yazdığı “orta değerde” birtakım şiirlerde müstear isim olarak da kullanmıştır.
Yakın arkadaşı Refik Halit Karay; uzun boylu, geniş omuzlu, kapkara sakallı ve gözleri kor gibi parlayan, yağız Süleyman Nazif’in şeklini korkunç, kalemini ve sözlerini “zehirli”, hayatını ise “çocukça kararsızlığından, gürültü içinde boşa akıp giden” bir hayat olarak görür. Bütün bunlardan dolayı ona daima “bir rikkat (acıma) hissi”yle bakar. Ona göre üstat, kalemini “kama ve tabanca meraklısı” bir külhanbeyi gibi kullanmış, en lüzumsuz yerde bile bu silahını “azami şiddet ve dehşetle” çekmiş, tehlikeli “nümayişlere” kalkışmış, sonunda da yine aynı “kabadayı zihniyetiyle” barışmayı sevmiş, “mahir kalemli, sabi zekâlı, çabuk parlayan” bir şair, bir edipti.
Yakup Kadri’ye göre, her sözü “nükte”lerle, “cinas”larla dolu Süleyman Nazif’in, hiç silinmeyen “hafif bir Diyarbekir şivesi” bu nükte ve cinaslara “baharatlı bir tat”katıyordu.
İşte o anekdotlardan bazıları:
Bir sohbet sırasında; Avrupa’da kıymetli bazı şahsiyetler ölünce, yaşadıkları evlerin girişinde, “Burada falankes yaşadı” gibi levhalar astıklarını anlatır birisi. O sırada sohbete ortak olan Florinalı Nazım Bey, Süleyman Nazif’e dönerek, “Üstadım, ben ölünce kapımın üzerine konulacak levhaya ne yazarlar sizce?” diye sorunca, Süleyman Nazif, “Kiralık ev yazarlar” cevabını verir.
İstanbul’un işgali sırasında, Süleyman Nazif ile bir arkadaşı İstiklal Caddesi’nde, arka arkaya bağlanmış iki üç arabayı iki katırın çektiğine şahit olurlar. Arkadaşı, “Bu kadar yükü iki katır nasıl çekiyor?” diye sorar. Süleyman Nazif, o sırada oldukça şiddetli muhalefet ettiği İttihatçıların troykası Enver, Talat ve Cemal Paşaları kastederek, “O da iş mi, koca Osmanlı imparatorluğunu buralara üç katır sürüklemedi mi?” der.
Ermeni tehcirinde dahli olup Malta’ya sürülenler arasında Süleyman Nazif ile Enver Paşa’nın babası Hacı Ahmet Paşa da var. Bir sohbet sırasında erkek erkeğe herkes çapkınlıklarından bahsederken, Hacı Ahmet Paşa, “Valla ben hayatım boyunca harama uçkur çözmedim” deyince, Enver Paşa’ya pek kızgın olan Süleyman Nazif, “Paşam keşke helale de uçkur çözmeseydin,” der.
Yine bir gün Malta’dayken tekrar Hacı Ahmet Paşa’ya takılır, “Paşam, hazır buradayken hadi seni bir İngiliz kadınla evlendirelim, oğlun Enver Osmanlı’yı batırdığına göre, belki o kadından doğacak oğlun da İngiliz İmparatorluğunu batırır” der.
Bulunduğu mecliste o hep söyler, diğerleri dinlerdi. Yakup Kadri onu “Tanzimat efendisi” kılıklı, babasının kitabında okuduğu “Asur hükümdarı Buhtulnasar”a benzetir.
Başka bir dostu, Abdülhak Şinasi Hisar ise onu anlatırken, onu “tanıyanlar hayatta mızıkçılık ettiğini zannedebilirlerdi” der. Çünkü “kullandığı bütün tartılar bozuk ve ölçüleri yanlıştı”. Kindar bir adamdı. “Muhabbetinde ifrat ve kininde tefrit vardı”. Bu yüzden en çok hatırlanan sözü, “Dinim, kinimdir” sözüdür. Kalbinde, küfür ile iman daima cenk halindedir. Süngüsü kalemi olan bir Don Kişot’tur o.
Yine Hisar’a göre Süleyman Nazif, imanı kuvvetli bir Müslümandı, bu kez de ittihatçılıktan vazgeçip kendisini Ümmet ve İslamcılık cereyanının rehberi ilan etmiş, İslamiyet’i pek yüksek görürdü ama buna rağmen dinin emirlerini yerine getirdiğini, tatbik ettiğini bir kere bile gören olmamıştı. “Mutekit” bir Müslüman olması Mehmet Akif’i ona yaklaştırmıştı, Akif’in ölünce “beni Süleyman Nazif ile müderris Naim Baban’ın mezarları arasına gömün” diye vasiyet etmesinin sebebi bu olsa gerek.
Cemil Meriç, Süleyman Nazif’i “yazı hayatının ilk mukaddes ismi” olarak anar. Ona göre Nazif “Türk nesrinin büyük serdarı, tek mümini kalmayan bir dinin son peygamberi”ydi. Bugün ondan sadece birkaç “nüktenin” kalmış olmasına Cemil Meriç pek hayıflanır, oysa o Türk nesrine “haysiyet ve asalet kazandırmak için” ruhunun bütün melekelerini seferber etmişti. Bugün mezar taşında yazılı olan “Şimşek mürekkep olmalıdır, yıldırım kalem/Tahrir için kitabe-i seng-i mezarını” beyti, şair kardeşi Faik Ali Ozansoy’undur.
Yaşadığı devirde pek sevilmedi Süleyman Nazif. Bugün ise kendine Türküm diyenlerin kaçı onu okumuş da seviyor bilmiyorum ama mürekkep yalamış ne kadar Kürt münevveri varsa, alayı Süleyman Nazif’ten “nefret” eder. Onu her şeyden önce bir Kürt olarak görürler ama gelin görün ki Süleyman Nazif kendini Kürt olarak görmez! Ona “sen Kürt’sün, aslını neden inkâr ediyorsun” diye çıkışan ilk şahsiyet; Türkiye’de “pozitivizmin babası”, ırkı ıslah etmek için Macaristan’dan “damızlık erkek getirme”önerisinin sahibi, Cumhuriyetten çok önce behemehal Latin harflerine geçmeyi öneren Arapkirli bir Kürt olan Doktor Abdullah Cevdet’tir. Bu yüzden hayatları boyunca kavga ettiler. Birbirlerini hiç sevmediler ama yine de dost kalmayı bildiler.
Bir gün Abdullah Cevdet kendisine, “Aman bir dizgi yanlışına kurban gittim ki olur şey değil.........
© Habertürk
