menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Devedikenini sökmek

121 0
27.04.2025

Arada bir aklıma belki de birçoğunuza tuhaf gelecek şu soru gelir:

Acaba büyük yaratıcılar, yazarlar, alimler, şairler ölürken son saatlerinde hangi kitabı okuyorlardı?

Biraz araştırılsa cevabı kolayca bulunacak bir sorudur aslında bu soru ama çokça araştırma yapmadan mesela Tolstoy’un ölmeden önce, her başı sıkıştığında açıp bazı sayfalarını okuduğu Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanını yanında bulundurduğunu biliyoruz. (Dostoyevski’nin de elinde Tolstoy’un “Anna Karenina”sı, St. Petersburg sokaklarında deli gibi koşturup, “Bu adam sanatın Tanrısı!” diye böğürdüğü de bir yerlerde kayıtlıdır.) Tolstoy karısı Sonya’yla şiddetli bir kavgadan sonra malikanesinden sabahın köründe ayrılıp yollara düştüğünde “Karamazov Kardeşler”i yanına almış, menzili kafasında netleştirmeden çıktığı yolculuk boyunca kitabı yanından ayırmamıştı. Hatta istasyon şefinin odasında öldüğünde romanın başucundaki sehpanın üzerinde olduğunu söyler biyografi yazarları.

Ölümü çok yaklaşmıştı Mehmed Uzun’un. Her geçen gün kanserin kemire kemire ufalttığı bedeni bir avuç kalmıştı. O iri yarı adam gitmiş, bir kemik yığını kalmıştı geriye. Hayatın sonuna geldiğini biliyordu. Öte dünyanın nasıl bir yer olduğunu hayal ediyor muydu, yaşamanın çıldırtıcı güzelliğini bırakıp gitmenin zorluğunu aklından geçirdiği halde kendini bu fikre alıştırmış mıydı bilmiyorum ama o anlarda bile o hacmi küçük kendisi büyük romanı elinde tutuyor, sanki ölmeden önce okuyup bitirmek ister gibi mecal buldukça okuyordu. O kitabı bilerek mi seçmişti, yoksa onu okumadan önce gitmenin günah olduğuna mı kendini inandırmıştı yine bilmiyorum; ben salonda oturuyordum, o üst kattaki yatak odasındaydı. Bir ara sesini duydum, kalkıp yanına gitmeye yeltendim, merdivenin dibinde kafamı kaldırdım, o da merdivenin başına gelmiş sol elinde o roman, sağ eliyle de tırabzanı tutuyordu. Göz göze gelince kitabı havaya kaldırdı, kapağını görebileceğim şekilde bana çevirdi. Elindeki kitap Tolstoy’un “Hacı Murat” adlı romanıydı.

Gözbebekleri büyümüştü. Beyaz beyaz bakıyordu. Yüzünde büyük bir ciddiyet vardı. Bana bir sır veya çok mühim bir haber verir gibi -isterseniz buna “dostuna yarasını gösterir gibi”deyin siz-, “Muazzam, muazzam çok büyük roman” dedi. “Böyle bir roman yazmadan ölmek, bir yazar için ne feci,” dedi. Merdivenin ilk basamağında duruyordum. Sadece ona ve havada donmuş gibi duran elindeki kitaba bakıyordum. Birkaç saniye öyle kaldı, sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Tutamadım kendimi, ben de katıldım ona.

Rabbime çok şükür ki, kitabı okuyup bitirmeden ölmedi. O kitap bana kaldı. Coşkusuna katılmak için mi, yoksa dostumun pek beğendiği kitabın nasıl bir kitap olduğunu merak ettiğimden midir, ölümünden hemen sonra ben de okumaya başladım romanı. Elime aldığım gün de bitirdim.

O günden bugüne, aradan on sekiz sene geçtiği halde Tolstoy’un kitabının girişinde anlattığı çiçek tarlasının içindeki “devedikeni” bahsi hiç çıkmadı aklımdan.

Tolstoy; 200 sayfayı bile bulmayan, romanları arasında en kısalarından birisi olan “Hacı Murat”ı 1896 ile 1903 yılları arasında tam yedi yılda yazmış, kitap ölümünden sonra yayınlanmış. Son romanıdır. Çoğu eleştirmene göre “nesrin ulaşabildiği son nokta”dır, bazılarına göre ise “dünyanın en iyi öyküsü”dür, bir faninin elinden çıkmış “en mükemmel metindir” diyen de var. Kurgu sanatı değersiz bulup terk ettiği, müritlerinin onu şeyh katına yükselttiği, huysuz, aksi bir dini fanatik kesildiği, ateşli ahlakçı risalelere kendini tamamen kaptırdığı bir dönemde yazmış bu küçük kitabı. Bir daha sanat yapmamaya ahdetmiş olan Tolstoy, hayatının son yıllarında bu muazzam sanat yapıtını vücuda getirerek kendi kendini ret etmiş, bu çapta bir sanatçının kendine nasıl bir söz verirse versin, eline kalemi aldığı andan itibaren istemese de başladığı yere geri döneceğinin örneğidir bu kitap.

Tolstoy’un romanlarını eşi Kontes Tolstoy’un temize çektiği bilinir. “Savaş ve Barış”ı tam dokuz kopyasını çıkarmış kadın mesela. Türkçedeki bir baskısına bir önsöz yazmış olan Azar Nafisi’nin belirttiğine göre, eşinin ölümünden bir sene önce, Kontes günlüğüne, “Hacı Murat’ı kopyaya çekmekten başka bir şey yapmıyorum, o kadar iyi ki, bir türlü kendimi ondan alamıyorum” diye yazmış.

Hikayeyi, adını sanını bilmediğimiz birisi anlatır bize. Giriş bölümü “Proustyen”........

© Habertürk