menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Cellat!

113 0
previous day

Rahmetli Rasim Özdenören, çok sevdiği Dostoyevski’nin, “Budala” romanında karşısına çıkan, “Gerçekten de tablonuz için benden bir konu istediğinizde şöyle bir öneride bulunmayı düşünmüştüm size: İdam sehpasında ayakta duran bir idam mahkumunun başını giyotinin altına koymadan bir dakika önceki yüzünü...” cümlesini okuduktan sonra mı “Yüzler” kitabındaki “İdam Mahkumunun İnfazdan Önceki Yüzü” bölümünü yazmaya karar verdi bilmiyorum ama ben onun kitabında yer alan “Celladın Yüzü” yazısını okuduktan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim.

“Giyotin Üzerine” adıyla dehşet bir deneme yazmış olan Albert Camus’nün de; “Darağacı Üzerine” aynı ustalıkla uzun bir deneme yazmış olan Arthur Koestler’in de; on parmağında on marifet Michel Foucault’nun da idam cezası üzerine yazdıklarını okurken gördüm; aslında iki kurban vardır darağacında, biri biraz sonra hayata veda edecek olan mahkûm, öteki biraz sonra canını alacak olan cellat

Bütün okuduklarımda çıktı karşıma; nedense bütün cellatlar işini yapmaya sarhoş gidiyorlar.

Belki de önceden o “görev emrini” almış olmalarındandır. Sabaha karşı çıkacaklar işe, o gece herhalde uyku girmiyor gözlerine, boru değil bir can alacaklar, bu yüzden de vuruyorlar şişenin dibine…

Ama işini severek, yapan cellatlar da varmış. Bunlardan birisini Evliya Çelebi Seyahatnamesinde uzun uzun anlatır. Kestiği kelleyi havaya kaldırıp orda bulunan kalabalığa, kesik başı gururla göstere göstere yaptığı işin kutsiyetini anlatan bir celladı…

Her ne kadar o sırada gücünü ve küstahlığını elindeki kılıç, kement, ip veya başka bir öldürme aletinden alan celladın karşısında ahali dehşet içinde onun yaptıklarına ses çıkarmıyorsa da vakti zamanında bu memlekette cellatların cenazeleri Müslüman mezarlıklarına sokulmuyor, sokulsa bile mezar taşları belirgin bir şekilde bu kişinin cellat olduğunu gösteren bir biçimde yapılıyor ama çoğunlukla İstanbul’da onlar için özel olarak yapılmış Eyüp taraflarındaki bir mezarlığa gömülüyorlarmış.

Bana sorarsanız bu tam bir iki yüzlüktü. İdam cezasını cellat koymamıştı ki o dehşet cezanın aracı haline getirilmiş olan o adamlara o cezanın bütün ağırlığı yüklensin… İdam emrini veren muktedirle onu uygulayan cellat arasında ne fark vardı? Bu yüzden, “Kitle ve İktidar” kitabının yazarı Elias Canetti, aynı kitabında, “Gerçek cellat, idam sehpası etrafında toplanmış olan kitlelerdir,” der.

*

Dostoyevski’nin ressama yüzünün resmini yapmayı önerdiği giyotinin altındaki adam ile cellat yalnız başlarına orda değiller. 19. yüzyıla, hatta bizde 20. yüzyıla kadar idamlar halka açık alanlarda yapılıyor, bu toplu idamlar bir tür ayine dönüşüyor, kitleler kendilerinden geçerek huşu içinde idam seyrediyorlardı. Sonra işi biraz daha gizli kapaklı yapmaya başladı devletler ama bu kez de kurban ile celladın yanında daha “rafine” bir kalabalık, daha “bilinçli” bir kitle oluşmaya başladı. Önceki yüzyıllarda, sehpadaki kişinin kendisi olmadığı için başkasının ölümünü zevk alarak seyreden güruhun yerini Foucault’nun deyimiyle her birisinin farklı bir görevi olan bir “teknisyenler ordusu” aldı. Önce idama götürülecek kişiyi doktorlar muayene ediyor, sağlıklı olup olmadığına bakıyorlar. Hastaysa, kendinde değilse hemen öldürmüyor onu devlet. (İpe götürmeden önce hap içerek canına kıymaya kalkışan rahmetli Adnan Menderes’i sağlığına kavuşturup öyle ipe çekmek için az ter dökmedi cellatlar!) Bir de son dileklerini soruyorlar idamlıkların. (1925'te idam edilen Şeyh Sait'in son dileği, "Mümkünse beni oğlumdan önce asın, oğlumun ölümünü izletmeyin bana" oldu; oğlunu ondan önce astılar. 1938'de ipe götürülen Seyyit Rıza, "Mümkünse beni oğlumdan önce asın, oğlumun ölümünü izletmeyin bana" ricasında bulundu; oğlunu ondan önce astılar, ikisinin de son dileği yerine getirilmedi.) İdam sırasında gözetmenler, hekimler, papazlar, hahamlar, imamlar, psikiyatrlar, psikologlar, eğitimciler yan yana diziliyorlar siyaset meydanında… Doktor var orda beyaz gömleğiyle. (Bizde imam da vardı.) Foucault’ya göre doktorun görevi mahkumun rahatını sağlamaktır. Şimdinin modern dünyasında ölümden kısa bir süre önce doktor teskin edici bir iğne yapıyor mahkûma. Bilinci yerinde olmalı. Sapasağlam gitmeli ölüme.

Demek ki idam cezası kişinin bedenine karşı değil, bilincine karşı uygulanan bir cezadır ki bu yüzden cezalar içinde en fenası olarak kabul edilir.

*

Bir zamanlar İngiltere’de ve başka ülkelerde çılgın idam törenleri sırasında sergilenen vahşeti azaltmak, Foucault’nun deyimiyle “bedenine hiç dokunmadan mahkumun canını almak” için geliştirilen giyotinden de bahseder Rasim Özdenören mezkur denemesinde.

Giyotinin mucidi Dr. Guillotin bir cellat değil, bir anatomi profesörüdür. İnsanlığa beladan başka bir şey getirmemiş olan Fransız İhtilali sırasında her gün idam sırasını bekleyen onlarca insanı “incitmeden” öte dünyaya gönderecek olan bir bıçak tasarlar. Geliştirdiği bıçak idamlarda kullanılıp kullanılmayacağına meclis karar verecek. Mösyö Guillotin yanında icadıyla gider........

© Habertürk