Burun!
Türkçe; içinde “burun” geçen deyimler cennetidir. Kendini beğenmişler için “Burnu havada olmak”; kibirliler için “burnundan kıl aldırmamak”, bildiğini okuyanlar için “burnunun dikine gitmek”, özgüveni yüksek olanlar için “burnu Kaf dağında”, gururu kırılanlar için “burnu sürtülmek”, kendisini ilgilendirmeyen işlere girenler için “burnunu sokmak”, ilgisiz, soğuk davrananlar için “burnunun ucuyla görmek”, öfkeli, kızgınlar için “burnundan solumak”, başına kötü bir şey gelenler için “burnu kanamak”, yola getirilenler için “burnunu bükmek”, aniden karşılaşanlar için “burun buruna gelmek”,özlem duyanlar için “burnu sızlamak”, birine yaptığı kötülüğün cezasını fazlasıyla ödetmek için “burnundan fitil fitil getirmek”, çok yakınında olanlar için “burnunun dibinde olmak”, birini kolayca yönlendirmek için “burnuna halka takmak”, kendini herkesten üstün görenler için “burnu büyük”, dayanmanın sınırına gelenler için “burnuna kadar gelmek” deyimlerini hemen hemen her gün kullanıyor; insan yüzünün tam ortasına, bir mimarın muhteşem bir yapıya, bir sanatçının muhteşem bir tabloya attığı imza gibi yerleştirilmiş, görünürdeki basitliğine tezat, karmakarışık bir yapısı olan, sadece kemik ve kıkırdaktan oluşmayan, nefesin başlangıcı, kokunun kılavuzu, estetik algının başrol oyuncusu olan en hayati organlarımızdan olan burnu insandan alarak “deniz burnu”, “kara burnu”diyerek tabiata da yakıştırıyoruz.
Burnumuzun bizden çektiğini bir burun bilir bir de biz. Biçimini beğenmeyen “içinde et vardı” diyerek estetikçiye koşup burnunu kestirir. Kavgada ilk yumruk buruna iner. Bir sarılma anında özlemi, hasreti, sevgiyi içine çekmek için görev ona verilir. Burnun hatırlattığı şey, kalbin unuttuğu şeydir; içerde tekrar canlanır. Her haberi önce burun verir bize. Dünyayla ilişkimizi burnumuz belirler. Kimimiz burunla koku alır, kimimiz burnuyla her şeye hükmeder. (Sultan Abdülhamit, uzunca, belirgin bir buruna sahip olduğundan dönemin mizah dergileri ondan bahsetmeden uzun bir burun çiziyor, muhalif muharrirler de yazılarında “burun” kelimesi geçirince onu kastettiği ilan ediyor; bu durumu bilen sansür heyetleri de bir süre sonra gazetelerde “burun” kelimesinin kullanmayı men etme yoluna gidiyorlar.) Kimisi kokunun ardında gerçeği bulur, kimisi burnunu kaybedince kendini kaybeder. Burnunu kaybeden, yani koku alma duygusundan mahrum kalan, insan olmanın ne kadar tuhaf ne kadar absürt bir şey olduğunu o zaman anlar.
Bunu edebiyatta ilk sınamış yazar On Dokuzuncu Asır Rus edebiyatın kurucu babalarından Gogol’dur. Ta 1832 yılında “Burun” diye muhteşem bir hikaye yazar. O günden bugüne bu hikaye “absürt” edebiyatın temel metinlerinden birisi olarak kabul edilir. Bu hikaye bize gösterdi ki, “Bir burun, sahibinden koparak tek başına sokaklarda dolaşıyorsa, üstelik kısa sürede terfi alıyorsa”, edebiyat yoluyla anlatılmayacak bir şey yoktur. Gogol’un bu hikayesi, kendisinden sonra gelecek birçok gerçeküstü, birçok absürt sanat eserine yol vermekle kalmamış, Dostoyevski, Bulgakov, Kafka, Beckett gibi büyük yazarları, Şostakoviç gibi büyük bestekarları bile bir hayli etkilemiştir.
Hikaye özetle şöyle:
Petersburg’ta mukim berber İvan Yakoleviç, sabah kahvaltısında karısının yaptığı ekmeği keserken içinde bir burun bulur. Şaşkınlıktan ağzı açık kalır. Buruna uzun uzun bakar, bu burnu bir yerden hatırlıyor, sonunda burnun sahibini bulur; bu burun müşterisi Binbaşı Kovalev’in burnudur. Berber paniğe kapılır, zira bir insanın burnunu kesmek suçtur. Gizlice burnu bir mendile sarar ve kimseler görmeden gidip Neva Nehrine atmaya karar verir. Yol boyunca telaşlıdır, ürkektir, yakalanma korkusu her yanını sarar.
Aynı sabah Binbaşı Kovalev uyanır, aynaya bakar, bir de ne görsün, burnu yerinde yok. Onun yerinde düz, boş bir alan var. Aynadaki kendini tanımaz, sokağa çıkmaya da cesaret edemez. Zira burnu onun için toplumdaki yerinin sembolüdür, o olmadan insan içine çıkması mümkün değildir. Burunsuz bir hiçtir!
Sonunda cesaretini toplar, burnunu aramak üzere sokağa çıkar. O da ne, kaybettiği burnu çıktığı caddede tek başına dolaşmasın mı? Üstelik burnu bir de statü elde etmiştir. Rütbesi, kendisinden bir hayli yüksek bir makam olan devlet müşavirliğidir. Burun bir arabaya biner, kiliseye gider, dua eder. Üzerinde şık bir üniforma vardır. Kovalev peşinden koşar, onu yakalamaya çalışır ama burun, gayet soğukkanlı, onu ret eder.
“Yanılıyorsunuz beyefendi. Benimle konuşmanız uygun değil. Ben bir devlet memuruyum.”
Burun bir organ olmaktan çıkmış, kendi başına, toplumda saygınlığı olan bir kişiliğe bürünmüştür. Kovalev derdine çare bulmak için çeşitli yollara başvurur; polise gider, gazeteye ilan verir, bir sürü makama başvurur ama kimse onu ciddiye almaz. “Burun” burun olmaktan çıkmış, gerçek bir kişiliğe bürünmüş. Pasaportu bile var. Bu haliyle kimse onun bir insandan kopmuş bir burun olarak kabul etmez. “Saçma” olan “normale” dönüşmüş, Kovalev ise delirme noktasına gelmiştir.
Bir sür sonra polis Kovalev’e burnunu geri getirir. Burun gizemli bir yolla eve dönmüştür, Kovalev onu yerine oturtmak için doktora gider. Orada da bir sürprizle karşılaşır; doktor burnunu yerine koymanın imkânsız olduğunu söyler. Derken, bir süre sonra burun kendi kendine yerine yerleşir. Kovalev aynaya bakar, burnu eskisi gibidir, sanki bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi hayatına devam eder.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Mahur Beste” ve “Huzur”la birlikte bir üçleme oluşturan “Sahnenin Dışındakiler” romanı, 1950 yılında bir gazetede tefrika edildikten........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Mark Travers Ph.d
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon