The Brutalist: Bir mimarın 'Amerikan rüyası'
10 dalda Oscar’a aday olan ve en iyi film ödülünün favorisi kabul edilen “The Brutalist”, Türkiye’de bugün vizyona giriyor.
“The Brutalist”, Macaristan’dan gelen bir mimarın savaş sonrasında göç ettiği ABD’de yaşadıkları üzerine kurulu... Mesleğinde çok başarılı bir Yahudi’nin ırkçı, ayrımcı Hıristiyan Amerikalılar tarafından istismar edilmesi fikrine odaklanıyor film. İdealist hayallerle hükmetme duygusu karşı karşıya geliyor ve “Amerikan rüyası”nın nasıl bir kabusa döndüğü anlatılıyor.
Nazilerin yaptığı Yahudi soykırımı, Hıristiyan Avrupa’da kökleri yüzlerce yıl öncesine giden Yahudi düşmanlığının sonucudur. ABD de aynı düşmanlığın sürüp gittiği ülkelerden biridir. “The Brutalist”, ABD’deki ırkçılığı, ikiyüzlülük ve sömürü üzerinden anlatıyor.
İsrail devletinin kurulması ve dünya üzerindeki Yahudilere kapısını açması, filmin kritik noktalarından biri. İsrail’e gitmek veya gitmemek, karakterlerin karşı karşıya kaldığı bir ikileme dönüşüyor. İsrail, Yahudiler için ABD’deki ayrımcı Katolik ve Protestanlardan kurtulmanın yolu olarak gösteriliyor filmde. “Alt metinlerde var” diyenler çıkar mı, bilmiyorum ama İsrail ile ABD’nin, Filistin ve Ortadoğu’da gerçekleştirdiği ideolojik ittifakın yarattığı trajik sonuçlara dair hiçbir şey yok filmde.
Sözü şuraya getirmeye çalışıyorum: İçinde yaşadığımız çağda ırkçı Hıristiyanların Yahudi düşmanlığı kadar Hıristiyan Batı’nın İsrail devletinin politikalarına verdiği desteğin sonuçları da bence çok önemli bir konu. Çünkü söz konusu destek olmasa, İsrail devletinin Gazze’deki katliamları gerçekleştiremeyeceğini hepimiz çok iyi biliyoruz.
“The Brutalist”in tüm bunlarla ne ilgisi var, diyenler çıkacaktır eminim. Filme, kendi tarihsel çerçevesinde İsrail’in Filistin politikalarından bağımsız olarak bakılması gerektiğine inanabilirsiniz. “Önemli olan ırkçılığın ayrımcılığın her türlüsüne karşı çıkmak” diyebilirsiniz. İtiraz edemem. Ama ikiyüzlü ırkçılığın sonuçlarını anlatan bir film üzerine yazarken Batı dünyasındaki ikiyüzlülükten söz etmemek imkânsız geliyor bana.
Özetle, Hıristiyanların Yahudi düşmanlığını anlatan bir filmin Oscar’a yürümesi, yeni bir şey değil. Buna karşılık, aynı Hollywood’un İsrail devletinin Filistin’de yaptıklarına karşı üç maymunu oynaması ve emperyalizmin Ortadoğu politikalarını pek umursamaması da hiç yeni değil.
“The Brutalist”e dönersek, filmin yönetmeni Brady Corbet’in Mona Fastvold ile birlikte yazdığı senaryo, son derece keskin bir ırkçılık ve ayrımcılık eleştirisi üzerine kurulu. László Tóth (Adrien Brody), yeni bir hayat kurmak üzere ABD’ye geliyor ve Philadelphia’da yaşayan kuzeni Attila’nın (Alessandro Nivola) mobilya mağazasındaki depoda kalmaya başlıyor. İlk hedefi, Avrupa’da kalan eşi Erzsébet Tóth (Felicity Jones) ile yeğeni Zsófia’yı (Raffey Cassidy) yanına getirmek ama maddi ve yasal nedenlerden ötürü bu, hiç kolay değil. Film ilerledikçe Tóth’un savaş öncesinde kariyer yapmış, Almanya’daki Bauhaus’da eğitim almış bir mimar olduğunu, ABD’nin onun için bir fırsatlar ülkesine dönüşebileceğini anlıyoruz. Bu arada, seyrettiğimiz haber filmleri sırasında Amerikalıların bölgeyi bulunmaz fırsatlar diyarı olarak pazarladıklarını öğreniyoruz. Ama kuzeni Attila’nın Katolik eşi (Emma Laird) ve zengin Protestan müşterisi Van Buren ailesinden gördüğü düşmanca tavırlar nedeniyle kendini sokakta, günübirlik işlerde çalışan bir emekçi olarak buluyor kısa........
© Habertürk
visit website