menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Sohbet medeniyeti: Kalpten kalbe bir yolculuk

7 1
22.10.2025

Bizim medeniyetimiz, binlerce yıllık birikimiyle insana, ilme ve irfana değer veren; derinlere kök salan, dalları semaya uzanan ve her mevsim meyve veren bir söz medeniyetidir. Onun mana iklimini besleyen en hayati damarlardan biri de sohbet kültürüdür; zira bu medeniyet nihayetinde kalplerin birbirine kavuştuğu bir sohbet medeniyetidir.

Sözlükte “iki veya daha çok kimse arasında dostça yapılan konuşma, hasbihâl” anlamına gelen sohbet kelimesi; irfan geleneğimizde, Allah’a gönül vermiş insanların bir araya gelerek, O’nun huzurunda olduklarını bilmenin edebiyle yaptıkları arifâne söyleşme ve hâlleşme anlamında kullanılmıştır.
İlim geleneğimizde ise sohbet, bilgi ve hikmetin nesilden nesile aktarıldığı, ilim ehlinin bir araya gelip hakikatin derinliklerine birlikte nüfuz ettiği bir meclistir.
Sohbet, kalplerin buluştuğu bir iklimdir; sözü dirilten, gönlü yoğuran, insanı olgunlaştıran bir hâl aktarımıdır.

Sohbet kelimesinin kök anlamında “dostluk kurmak, yakınlık göstermek, arkadaşlık etmek” manaları bulunur. Bu yönüyle Peygamber Efendimizin huzurunda bulunanlara “sahabe” ve “ashâb” denilmiştir; çünkü O’nun yanında bulunmak, hâline tanıklık etmek, O’nun hâlinden pay almak demektir.
Sahabe, vahyin nuruyla kalbini aydınlatan, Peygamberimizle aynı yöne bakan, O’nun hâlini kendi hâline dönüştüren insandır.
Bu yüzden “ashâb” kelimesi, Peygamberimizin sözünü, sîretini ve ahlakını birlikte taşıyan, O’nun yakınlığından beslenen o güzide topluluğun adıdır.

Aynı kökten gelen “sâhip” kelimesi ise Türkçede “yâr, dost” anlamını taşır; arkadaşının yanında duran, her durumda ona destek olandır.

Musâhabe kelimesi de “karşılıklı dostluk etme, sohbetleşme” anlamına gelir; yani sohbet, dostluk kurmak ve gönülleri birbirine bağlamaktır.
Musâhabe, sözün kalpten çıkıp kalpte yankı bulduğu, insanın insanla, insanın Rabbiyle bağ kurduğu o derin manevî hâldir.
Bu yönüyle sohbet, hem dostluğu besleyen bir ilişki biçimi hem de kalpleri birbirine yaklaştıran bir ibadet neşvesidir.

Dost, dert dinleyendir; kişinin derdiyle hemdert olan, hâliyle hemhâl olandır.
Hüznü sevince, buhranı sekinete dönüştüren; gönle huzur ve güven veren kişidir.
Sevinçte tebessümü, kederde gözyaşını paylaşır; varlığında şükür, yokluğunda dua vardır.
O, insanın hem aynası hem dayanağıdır; hatayı incitmeden gösterir, sevinci samimiyetle çoğaltır. Bu açıdan sohbetin kökünde sadakat, yakınlık ve muhabbet bulunur.

DİNLEMEK: İLİM VE İRFAN YOLCULUĞUNUN İLK BASAMAĞI

Mevlânâ’nın Mesnevî’si “Bişnev!” yani “Dinle!” kelimesiyle başlar:
“Bişnev ez ney çün hikâyet mî küned,
Ez cüdâyîhâ şikâyet mî küned.”

“Dinle neyden, zîra o, bir şeyler anlatmada, ayrılıklardan şikâyet etmededir.”

Bu çağrı, bütün irfan yolculuklarının ilk adımıdır.
Dinlemek, önce bir edep biçimidir. Sözün sahibine hürmet, söze hakkını verme iradesidir.
Karşımızdakine “Seni ve söyleyeceklerini önemsiyorum.” demenin en kadim yoludur.

Dinlemenin erdemi, her makamda hikmeti mümkün kılmaktır.
Dinlemeyi bilmeyen öğrenci, bilgiyi ezberler ama hikmete varamaz; çünkü anlam, sessiz bir dikkatin içinden doğar.
Dinlemeyi bilmeyen hâkim, iddiaları duyar ama davanın özüne inemez; çünkü adalet, her sözün ardındaki hakkı duyabilmektir.
Dinlemeyi bilmeyen yönetici, halkın sesini işitir ama gönlündeki sızıyı fark edemez; çünkü yöneticilik, hükmetmekten ziyade muhatabın her sözüne kulak verip gönüllere dokunabilmektir.

Gerçek dinleme, kulaklardan ziyade kalple gerçekleşir.
İdrak etmek, hissetmek, sözün ardındaki hikmeti yakalamaktır.
Kulakların sese değil, gönlün söze doğru yaptığı bir yolculuktur.

Ehl-i irfan, sohbet meclislerinde dinlemenin bir terbiye yöntemi olduğunu söyler; çünkü dinlemek, insanın önce kendini susturması, sonra Hakk’a kulak vermesidir.
Bu suskunluk hali, nefis terbiyesinin başlangıcıdır. Hevadan boşalan yere hikmet dolar.
Kendi sesini kısıp başka seslere kulak verebilen kişi, sözü hakikatle ve hikmetle söylemeyi öğrenir.

DUYMAKTAN DİNLEMEYE GEÇMEDİKÇE…

Duymak, biyolojik bir eylemdir; insan kulağı sese açıktır ve dış dünyanın titreşimlerini ister istemez algılar.
Dinlemek ise bilinçli bir yöneliştir; insanın hem dikkatini hem kalbini aynı anda açmasıdır.
Duymak, sesin kulağa ulaşmasıdır; dinlemek, anlamın kalbe varmasıdır.
Duymak, dışarıdan içeriye akan bir süreçtir; dinlemek, içeriden dışarıya bir yöneliştir.
Duymak rastgele olabilir; dinlemek ise iradeyle, niyetle, edeple olur.
Söz, kulağı aşar ve gönle ulaşırsa hikmet doğar; aksi hâlde ses kalır, mana kaybolur.

Dinlemenin özü, anlamaya ve yaşamaya niyet etmektir.
Ayet-i kerimede buyrulur:
“Sakın ola ki dinlemedikleri hâlde ‘dinledik’ diyenler gibi olmayın.” (Enfâl, 21)

Bu ilahî uyarı, duymanın yeterli olmadığını; asıl dinlemenin, sözü işitip onun gereğini yerine getirmek olduğunu öğretir; çünkü dinlemek, duymaktan öte duyulan hakikate boyun eğmektir.
Gerçek dinleme, itaatle taçlanır; kul, sözü işitir, kalbiyle tasdik eder ve ameliyle yaşatır.

BİZİM BİR KALBİMİZ VAR: CAHİT ZARİFOĞLU’NDAN FETHİ GEMUHLUOĞLU’NA

Gerçek dostluklar, kalpten kalbe kurulan köprülerdir.
Bu köprüden geçen söz, artık bilgi olmaktan çıkar, hikmete dönüşür.
O anda dostluk bir sohbet iklimine dönüşür; sohbet de bir kalp medeniyetine hayat verir.

Böylesine kadim bir kültürün içinde, sohbetin asıl manasını yaşayarak anlatanlardan biri de Fethi Gemuhluoğlu’dur.
Onun rahle-i tedrisinde yetişen, sohbet halkasında nefes alanlardan biri olan Cahit Zarifoğlu, böylesi bir dosta sahip olmanın ve onun ilim ile irfan yüklü sohbetlerinden feyiz almanın ne büyük bir nimet olduğunu günlüklerinde hissettirmiştir.

Cahit Zarifoğlu, Fethi Bey’in vefatından sonra kaleme aldığı satırlarda, onun şahsında kaybedilen bir medeniyetin gönül ikliminden söz ederek der ki:

“Fethi Ağabey gitti. Hepimize bir kalbimiz bulunduğunu, gözü yaşlı olmak gerektiğini anlatarak gitti...
İki üç saat süren sohbetlerinden sonra, bizi gafletimizin derinliklerinden çıkarıp, kalbimizin ve omuzlarımızın üzerine koyduğu sorumluluğumuzun tahammül edilmez ağırlığı ve hüznü içerisinde evlerimize dağılırdık.
Bir mahalleye imam olmuşsak, kısa süre sonra o mahallenin bakkalı, manavı terazi hakkını korumaya başlıyor muydu, başlamıyor muydu?
Bir yere memur olmuşsak, o memuriyetin ehli miydik, değil miydik?
Mesai arkadaşlarımız bir süre sonra, dillerinden küfürleri bırakıyor, kadın, içki, kumar kelimelerini yanımızda ağızlarına almaya korkuyorlar mıydı, korkmuyorlar mıydı? Bunlardı mesele.
Girdikleri her yerde, ahlâksızlığı, çürümeyi, yabancılaştırmayı, kalp katılığını zapt altına alabilecek insanları, bu şahsiyet noktasına getirebilecek yegâne unsur olan İslâm’ın, bizden uzak, yaşamadığımız, kabuğun altındaki o büyüleyici parıltılarını birbiri ardına önümüze boşaltıyor, içimizin bilmediğimiz o kederli açlığını ayaklandırıyor, birkaç gün çöllere düşmüş gibi yalnızlık çekiyorduk.
Fethi Ağabey’le birlikte, zamanımızda ve yaşadığımız düzen içerisinde, zaten havuzuna giremediğimiz dervişliğin, sohbete, birilerinin önünde diz çökmeye bağlı büyük medeniyetin büyük fırsatlarından biri daha gitti.”

Zarifoğlu’nun bu sözleri, sohbetin insanı dirilten nefesini anlatır.
O satırlarda, bir kaybın hüznü kadar bir hakikatin sesi de yankılanır.
Dost meclislerinde, nefis terbiyesi, ahlak, sorumluluk ve insan olma şuuru işlenir; söz, dostun dilinde tutulması gereken bir öğüt olduğu kadar bir diriliş çağrısına, iç yangınını söndüren ilahî bir esintiye dönüşür.

Zarifoğlu, dost ile sohbetin sadece muhabbet etmek değil, bir kalbin başka bir kalpte kendini bulması olduğunu sezdirir.
Bir mecliste, bir bakışta, bir susuşta; bazen tek bir kelimede bile o medeniyetin ruhu hissedilir.
Dostluk, muhabbetin en sahici biçimidir; sohbetin mayası da bu dostlukla yoğrulur.

Ve şimdi biz...

Peki, bu çağın gürültüsü içinde, bu kadim medeniyetin çocukları olarak biz ne yapacağız?
Belki de yapacağımız şey, bir Fethi Ağabey’in, bir Necip Fazıl’ın yaptığı gibi, sadece “orada” olmak, o iklimde soluklanmak…
Bir çayı birlikte içmek, bir bakışı birlikte hissetmek, bir hakikati birlikte susarak anlamak için…

Sohbet medeniyeti, sözün hâl olduğu yerde yeniden filizlenir. Biz, o filizleri her dem yeniden yeşertmekle mükellefiz.

DİLE DÖKÜLENDEN DAHA TESİRLİ OLAN…

Sohbet yalnızca sözle olmaz; bakışla, susuşla, hâlle de kurulur.
Kimi zaman bir bakış, bin kelimeden daha derin bir tesir bırakır.
Tıpkı Necip Fazıl’ın hidayet kapılarını aralayan o yakıcı bakış gibi…

Seyyid Abdülhakim Arvasi’nin sohbetinde bir bakış, bir kalbi yerinden oynatmıştır. Necip Fazıl, o anı şu mısralarla anlatır:

“Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız,
Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız.”

O bakış, bir sohbetti aslında. Sözsüz ama manalı, sessiz ama yankılı bir sohbet. O, bir nazardı; gönle, ruha, öze işleyen bir nazar; zira gerçek sohbet, sözün ötesinde bir ruha sahiptir.
Bakışlar konuşur, kalpler birbirine değerse, kelimelere gerek kalmaz.
Bazen en derin sohbetler, en derin suskunlukların içinde kurulur.
Unutmayalım, sohbet bir hâl yolculuğudur; varış noktası ise kalpten kalbe uzanan bir köprüdür. Neşet Ertaş’ın da dediği gibi:
“Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Rızasız bahçanın gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider, yol gizli gizli.”

BİR HÂLİN TESİRİ: ERMENİ BARSAM USTANIN İHTİDA HİKÂYESİ

Gerçek sohbet, yalnızca sözle değil, hâl ile yapılan bir tebliğdir.
İnsanın hâli, çoğu zaman dilinden daha gür konuşur. Bu hakikati hatırlatan en etkileyici örneklerden biri, Mehmet Zâhid Barsamoğlu’nun ihtida hikâyesidir.

Aslen Ermeni olan Barsam Usta, bir kunduracı olarak İstanbul’da ticaret yaparken, gönül ehli bir zatın, Mehmet Zâhid Kotku’nun (rh.a) sohbet halkasında İslâm’ın hakikatini tanımış ve o halkada kalben yeniden doğmuştur.
İhtidasının ardından, ismini de hocasının eliyle Mehmet Zâhid Barsamoğlu olarak değiştirmiştir.
Onun hikâyesi, bir sohbetin insanın kaderini nasıl değiştirebileceğinin canlı bir örneğidir.

Kendisi bu dönüşümü şu sözlerle anlatır:

“Papazlar her gün dükkânıma geliyorlar ve diyorlar ki:
‘Bu hacca gidip de ticaretinde şu şu şu hileleri yapan şu tüccarların dinine mi girdin?’
‘Bak, işlerini biliyorsun; hani şu senetler vesaireler, ticari muameleleri ortada.
Bu yalancı, bu sahtekâr, bu hilekârların dinine mi girdin?’

O güzel insan ise papazlara şöyle cevap verir:

‘Siz yanılıyorsunuz. Siz suyun kanalizasyondaki hâline bakıyorsunuz.
Gidin, dağdaki membaından çıktığı yerinden inceleyin.
Su hakkında hüküm vermek istiyorsanız, kanalizasyona değil pınarın kaynağına bakın!’”

Bu cevap, sadece bir zekâ parıltısı değil, derin bir irfanın ve temsil şuurunun tezahürüdür.
Barsamoğlu, aslında şunu söyler:
Bir inancı anlamak istiyorsan, onun özüne bak; menfaatine göre yaşayanlara değil, hâliyle tebliğ edenlere bak.

Sohbetin hakikati de tam da burada gizlidir.
Bir müminin sözü, hâliyle bütünleştiğinde kelime tebliğe, davranış davete dönüşür; çünkü sohbet, yaşayarak öğretmek, hâliyle anlatmaktır ve bazen bir cümle, bir bakış ya da bir örneklik, sayfalar dolusu kitaptan daha derin bir tesir bırakır.

ASR-I SAADET’TEN GÜNÜMÜZE SOHBET KÜLTÜRÜ

Sohbetin temelleri, doğrudan Peygamber Efendimizin terbiye ve tezkiye metoduna dayanır. Yani O (s.a.s.), önce bir sohbet halkası kurdu.
Ashabını sohbet halkalarında yetiştirmesi, manevî eğitimin kalbe nüfuz eden en güçlü yolunun sohbet olduğunu gösterir.
Resulullahın meclisleri birer ilim mektebiydi; fakat o mekteplerde öğretilen şey bilgiden çok hâl ve ahlak idi. O’nun “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyruğu, sohbet meclislerinde hayat buldu.

İşte o ilk meclislerden biriydi Dârü’l-Erkam. Orada inen ayetler ve Peygamberimizin hadisleri, bir sohbet ikliminde ashabın kalbine işliyor, imanları bir ağaç gibi kök salıyordu. Medine’ye hicretle birlikte, sohbetin odağına Ashâb-ı Suffa yerleşti. Mescid-i Nebevî’nin gölgesinde, yoksulluğu bir zenginlik, ilmi bir ibadet bilen bu gençler… Onlar için sohbet, bir eğitimden öte bir hayat mektebiydi.

Onlar, Peygamber sofrasında yetişen ilk irfan talebeleri idiler. Öğrendiklerini hem hafızalarında hem de hayatlarında taşıdılar ve tüm yeryüzüne birer yürüyen hikmet olarak yayıldılar.

HER MÜMİNİN BİR DÂRÜ’L-ERKAM’I OLMALI

Bi‘setin ilk yıllarında Peygamberimizin İslâm’ı tebliğ ettiği, Müslümanlar için ilk eğitim........

© Haber7