menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Modern dünyada birlik ruhunu yaşatmak: Önce ben değil, biz

16 4
10.08.2025

Bugünün dünyasında insanlar; bireyselleşme, bencilleşme ve dünyevileşme arasında sıkışıp kalıyor. Bireyselleşme dediğimiz şey, cemiyet halinde yaşama fikrinden, birlikte hareket etme ve paylaşma duygusundan uzaklaşıp, özgürlüğü sınırsız başıboşluk ve kuralsızlık gibi algılamak… Hâl böyle olunca, “ağaca bakarken ormanı göremeyen” insanın yalnızlığı büyüyor; bencillik hastalığına yakalanıyor. Sadece kendi çıkarını düşünen, başkalarının varlığını yok sayan bir tavır gelişiyor. Bu tavır, toplumsal bütünlüğü zedeliyor.

En acısı ise ahiret endişesinden kopmak… Yani dünyanın sadece bu dünyadan ibaret sanıldığı, hesaba çekilme duygusunun silindiği bir dünyevileşme. Böyle olunca insan, farkında bile olmadan sahip olduğunu zannettiği şeylerin esiri oluyor. Dünyanın öznesi olmaktan çıkıyor, nesnesi hâline geliyor.

Modern zamanın yalnız insanlarını tanımlayan bazı kültür kodları var: Kendini beğenme, duyguların süflileşmesi, mahremiyetin ihlali, aşırı özsaygı anlayışı, narsisizm, hazcılık, şehvet bağımlılığı, bunalım, stres… Buna bir de sanal dünyada sahte kimliklerle kendini ifade etme ve “fark edilme” uğruna yaşayan bir hal ekleniyor.

Bunun yanında; kimlik ve değer ölçüsünü sahip olunan eşyayla, markayla belirleyen bir tüketim bağımlılığı; hayatın gayesini kaybettiren anlam boşluğu; sabır ve emeğin yerine “hemen” elde etme isteğini koyan anlık haz tutkusu; sürekli karşılaştırma ve tatminsizlik döngüsü… Bütün bunlar, modern yalnızlığın besleyici damarları hâline geliyor.

MODERN ZAMANIN YALNIZLAŞTIRDIĞI İNSAN

Modernite, insanın köklerini kesmeye çalışıyor. Bu köksüzlük, yaşadığı toplumun meşru örfünden, değerlerinden, dininden, milliyetinden, tarihinden ve dilinden kopmak… Geçmişten devralınan mirası reddedip yerine sahte aidiyetler koymak demek. Bu durumda insan, kendi toprağında bile garipleşiyor. Köklerinden uzak kalmış bir ağaç nasıl kurursa değerlerinden kopan insan da hem kendine hem çevresine zarar veriyor.
Köklerinden koparılan ve egosuyla baş başa bırakılan insan, aklının ve hevasının esiri oluyor. “Ben” diliyle, “bana göre”lerle konuşmaya başlıyor. Bu benlik davası, bu şişkin ego, narsisizmin tam karşılığı. Narsisizm ise yalnızca kendi varlığıyla övünen, kendinden memnun, sığ ve yüzeysel bir insan tipi üretiyor. Böyle biri; ilmi küçümsüyor, hikmetten ve nezaketten uzaklaşıyor, her şeyde kendini merkeze koyup başkalarının hakkını hiçe sayıyor.

Yalnızlık aslında hayatın boşlukla çevrilmesi. Oysa ilahi nizam boşluğu sevmez; boş kalan her yeri mutlaka bir hakikat, bir mana ya da bir değer doldurur. İnsan bu alanı hak ile doldurmazsa batıl gelip yerleşir. Toplumdan kopuk bir yalnızlık; aklı törpüler, şahsiyeti aşındırır, kimliği silikleştirir ve insanı adım adım Hakk’ın ölçülerinden uzaklaştırır.

Eğer vakitler iyi insanlarla, hayırlı uğraşlarla doldurulmazsa, yerini faydasız hatta zararlı meşguliyetler alır. Bu boşluk; duyguların süflileşmesine, mahremiyetin ihlâline, hazcılığa ve bağımlılıklara kapı açar. Sanal dünyada çok yüzlü sahte kimliklerle kendini ifade etme çabası başlar. Sonuç? Bunalım, sahtekârlık ve ruhsal çöküş…

Bu girdaptan kurtulmanın tek yolu, “ben”den “biz”e doğru yola çıkmaktır; çünkü fert olmadan yapı olmaz; ama yapı da fertsizlikten ayakta durmaz.

HAKİKİ “BEN”DEN HAKİKATLİ “BİZ”E

“Ben” kavramı, sadece kimlik kartında yazan bir isim ya da gündelik hayatta kurduğumuz cümlelerdeki özne değildir. O, şahsiyetin, sorumluluğun ve farkındalığın özüdür. Öz disiplinle, sağlam bir niyetle ve güçlü bir iradeyle şekillenir. İnsan, kendi varlığını tanıyıp potansiyelini fark ettiğinde “ben” olur; ama bu “ben”, bencilliğe yaslanmaz. Enaniyetin değil, sorumluluğun omzuna dayanır.

“Kendini bilen, Rabbini bilir” sözü tam da bu bilinci özetler. Kendini tanımak; acziyetini görmek, kulluğunu idrak etmek ve bu idrakle Rabbine yönelmektir. Yunus Emre’nin şu mısraları da aynı hakikati derinden dile getirir:

“Beni bende demem, bende değilim / Bir ben vardır bende, benden içeri.”

Yunus burada, dışa bakan zahirî benliğin gelip geçici olduğunu; asıl varlığın, içteki ilahî hakikate bağlı hakiki “ben” olduğunu söylüyor. Bu fark ediş, insana üç şey kazandırır: Rabbine yakınlık, iç bütünlüğünü koruyan tek ve sahici bir benlik, bir de başkalarının iyiliği için yaşama iradesi.

İşte böyle bir “ben” anlayışı, “Kim var!” diye seslenildiğinde, sağa sola bakmadan “Ben varım!” diyebilmeyi sağlar. Her fert, “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” şuuruyla hareket eder. Bu, sorumluluğu omuzlamaya hazır, öne atılmaktan çekinmeyen bir dava ahlakıdır. Böylece “ben”, bencilliğin dar kabuğundan çıkıp “biz”in taşıyıcı omurgasına dönüşür.

Burada bir ayrım yapmak gerekir: Benlik, modern toplumun birey anlayışıyla da kesişebilir; ama birey, modern dünyanın şekillendirdiği, özgürlük odaklı bir tiptir. Bu özerklik, kimi zaman kıymetli olsa da beraberinde yalnızlaşma ve kopuş riskini taşır.
Bizim medeniyetimizde ise “biz”in temeli, “fert” kavramıyla atılır. Fert, yalnızca kendini değil, ait olduğu yapıyı da düşünür. Aidiyet hissiyle hareket eder, özgürlüğünü başkalarının hakkına saygı duyarak yaşar. Birey hukuki bir özne olabilir; ama fert, ahlaki ve içtimai bir özne olmak zorundadır. Birey haklarını bilir; fert hem haklarını hem görevlerini bilir. Birey kendi mutluluğunu önceler, fert ise kendi mutluluğunu başkalarının mutluluğuyla birlikte düşünür.

ÖNCE BEN DEĞİL BİZ BİLİNCİ

“Biz”, aidiyet, dayanışma, sevgi ve şefkat gibi değerlerle örülüdür. İnsan, başkalarıyla kurduğu bağlar üzerinden anlam kazanır. Aileyle başlayan bu bilinç, millet, ümmet ve insanlık halkalarına kadar uzanır. Biz olmak, ortak değerler etrafında kenetlenmek, gönül birliği içinde yaşamak demektir.

“Biz” demek, bir topluluğun parçası olduğunu bilmek, başkasının derdiyle dertlenmek, birlikte iyileşmek, birlikte sevinmektir; ancak sadece “biz” demek de tek başına yeterli değildir. Bu yaklaşım, farklılıkları yok sayan, dışlayıcı ve taassuba varan bir anlayışa dönüşebilir. Hakiki “biz” bilinci, başkalarını yok ederek değil, farklılıkları adalet, insaf ve merhamet ölçüsünde bir arada tutarak oluşur. Sağlam bir biz anlayışı, kendi dairesini korurken başkalarına karşı da adaletli, açık ve saygılı olmayı içerir. Bu bağlamda, Afrika’nın kadim Ubuntu yaklaşımı dikkate değerdir: “Ben, biz olduğumuz için varım.” Bu anlayış, kişinin varoluşunu başkalarıyla kurduğu bağa dayandırır. Ubuntu, bireysel mutluluğu ve gelişimi, başkalarının iyiliğinden ayrı düşünmez. Biz bilincinin özü de budur:

Herkes tamam olmadan biz de tamam olamayız.

EĞİTİM: BENDEN BİZE, BİREYDEN FERDE YOLCULUK

Eğitim, öğrencinin şahsiyetini geliştirip potansiyelini ortaya çıkarırken, fert olma bilinciyle toplumsal bağlarını kuvvetlendirmelidir. Birey merkezli yaklaşım, özgünlüğü ve bağımsız düşünmeyi teşvik ederken; fert merkezli yaklaşım, bu bireyselliği topluma köprü kuracak şekilde şekillendirir. Bir öğrenciyi sadece birey olarak görmek, onu yalnızca kendi başarısıyla ölçmektir; fert olarak görmek ise hem kendi kişisel gelişimine hem de toplumsal faydaya odaklanmasını sağlamaktır.

Ben olmak, kendini bilmekle başlar; biz olmak, birlikte yürüme iradesiyle şekillenir. Eğitim, bu geçişi sağlıklı kurmalı, bireyi fert kılmalı, beni biz ile tamamlamalıdır.

Modern hayatın birey’i ve ben’i öne çıkaran parçacı anlayışından, medeniyetimizin fert ve biz olmayı öğütleyen bütünleyici ufkuna yükselmek; ben ve biz arasında zarif bir denge kurmakla mümkündür. Bugünün dünyasında eğitimin asli görevi, birey haline getirilmeye çalışılan öğrencileri, şahsiyetli fertler hâline getirmektir; yani bağımsızlığı sorumlulukla, özgürlüğü aidiyetle, başarıyı erdemle bütünleştirmektir. Bu ise ancak “Önce ben değil, biz” diyebilen şahsiyetli ve erdemli nesiller yetiştirmekle mümkündür.

ŞAHSİYET: ELDE VAR BİR

“Şahsiyet” kelimesi, Arapça “şahs” kökünden gelir; görünür olmak, somutlaştırmak anlamlarına gelir. Bir insanın hem dışa yansıyan kimliği ve kendine özgü duruşunu hem de iç dünyasında taşıdığı değerleri ifade eder. Şahsiyet, yalnızca görünen tavırlar değil, görünmeyen ahlaki ve manevi temellerin bütünüdür. Aynı zamanda, sıradan olmamak; farklı özellikleri, ahlaki meziyetleri ve istikametli duruşuyla müşahhas hale gelmek demektir. Bu sebeple şahsiyet inşası, yalnızca bireysel erdemlerle sınırlı kalmaz; kökleri sağlam, değerleri berrak, istikameti doğru bir var oluş inşasıdır. Şahsiyetli insan hem kendine has hem de başkalarına örnek olabilecek nitelikler taşır, durduğu yerde fark edilir, sessizliği bile söz gibi etki eder.

Kur’an-ı Kerim, her müminin önüne yüksek bir hedef koyar. Furkan Suresi’nde, Rahman’ın has kullarının şu duası yer alır:

“Rabbimiz! Bizi takva sahiplerine önder kıl.” (Furkan 74)

Bu hedefe ulaşmak, ancak şahsiyet sahibi olmakla mümkündür. Şahsiyet; ilim, hikmet, aşk, iştiyak, dirayet, adalet, sabır ve azimle yoğrulmuş sağlam bir karakteri ifade eder. İnsanlara öncülük etmeye talip olanların, önce bu şahsiyet imtihanını vermeleri gerekir. Nitekim İbrahim (a.s) kıssasında da öncülüğün liyakat şartı açıkça belirtilir:

“Bir zaman Rabbi İbrâhim’i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da bunları tam olarak yerine getirmişti. Bunun üzerine Rabbi, ‘Seni insanlara önder yaptım’ dedi. İbrâhim, ‘Neslimden de (önderler ver)’ deyince Allah, ‘Zalimler için va’dim geçerli değildir’ buyurdu.” (Bakara 124)

Şahsiyetsiz bir öncülük iddiası, insanı zalimliğe sürükler. Mevlânâ’nın ifadesiyle: “İki........

© Haber7