menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh-u salâh: Bedir’den Malazgirt’e, Çanakkale’den Gazze’ye…

6 1
30.08.2025

Bizim medeniyetimizde gaza; zulmü söküp atmanın, hakkı yüceltmenin, gönülleri fethetmenin ve iyiliği yeryüzüne hâkim kılmanın adıdır. O, yalnızca askerî bir hamle değil; ilimle, irfanla, merhametle yoğrulmuş bir diriliş nefesidir. Bu ruh sayesinde medeniyetimiz, fetihlerle açılan ufuklarda yeni toplumlarla tanışmış; bilimden sanata, edebiyattan mimariye nice hazineleri kendi bünyesinde harmanlayarak çağlara meydan okuyan bir terkibe kavuşmuştur.

Tarih boyunca gaza anlayışı, yalnızca topraklar kazanmakla kalmamış; güçlü bir inançla adalet arayışını, barış idealini ve kültürler arası kaynaşmayı da beraberinde taşımıştır. Böylece fethedilen diyarlar, İslam’ın zahirî hükmünden ziyade onun merhamet ve hikmet nefesiyle tanışmış; gönüller açılmış, medeniyetimiz de bu köprülerden feyz alarak büyümüştür.

Gaza kültürü, imha etmeye değil ihya etmeye odaklanır. Medeniyetinizin adalet ve merhamet temelli yaklaşımının bir yansıması olan bu anlayış, bir savaş stratejisi olmanın ötesine geçerek insanlık için daha adil, daha huzurlu ve daha erdemli bir dünya kurmayı amaçlayan bir dünya görüşü haline gelmiştir. Gazanın amacı; manevi ve kültürel zaferler elde etmeyi, kul ile Allah arasına giren engelleri ortadan kaldırmayı, insanların hür iradeleriyle hakikati bulmalarını ve doğru seçimler yapabilmelerini, yeryüzünün imarını ve tüm canlıların huzur içinde yaşamalarına imkân tanımayı hedefler.

Bu ihya anlayışının özünde, gönülleri dirilterek galip gelmek vardır. Nitekim Üstat Sezai Karakoç, İslam’ın temsil boyutunu ve gaza ruhunun bu diriltici yanını şu sözle özetler:

“Ey Müslüman! İslam’ı öyle diri yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin.”
Bu yaklaşım, hakiki fethin kalplerde ve ruhlarda gerçekleştiğini, medeniyetimizin en büyük gücünün de bu diriltici nefeste saklı olduğunu gösterir.

Aynı hakikati farklı bir açıdan Aliya İzzetbegoviç dile getirir. Bir gün askerlerden biri ona, “Onlar bizim kadınlarımıza şöyle şöyle yapıyorlar, yaşlılarımızı ve çocuklarımızı öldürüyorlar. Buna bigâne kalmamalıyız.” dediğinde Aliya çok veciz bir cevap verir:

“Sırplar bizim öğretmenimiz değiller. Biz de zalimlerden olursak zulme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz. Kitab’a uyacağız. Savaş, ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir. Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum; çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik; çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.”

Bu sözler, İslam’ın gaza anlayışındaki ince çizgiyi bütün berraklığıyla ortaya koyar:

Mücadele ederken zulmün yöntemini benimsememek, adalet ve merhamet ölçüsünü kaybetmemek; hakikatin, ahlakın ve hikmetin gücüyle direnmek. Bu bağlamda gaza, bir askerî mücadele olmanın ötesinde bir ihya ve inşa hareketi, yeryüzünü adaletle, insanlığı merhametle yeniden ayağa kaldırma çabasıdır.

BARIŞI KORUMANIN YOLU, GÜÇLÜ VE HAZIRLIKLI OLMAK

Dinimiz, yeryüzünde adalet ve barışın hâkim olmasını hedeflerken düşmanların şerrinden emin olmak için de yeterli askerî donanıma sahip olmak ve zamanın zorunlu kıldığı teçhizat ile hazırlık yapmak gerektiğini bildirir. Milletimize ve gönül coğrafyamıza yöneltilen taarruzlar karşısında her an savaşa hazır halde bulunmanın önemini ve Müslüman toplumların caydırıcı güce sahip olmasının barışı ve güvenliği korumanın bir gereği olduğunu ifade eder.

Ayet-i kerime bunu emreder: “Ey müminler! Düşmanlarınıza karşı bütün imkânlarınızı seferber ederek kuvvet hazırlayın ve beslenmiş, eğitilmiş savaş atları yetiştirin.” (Enfal, 60)

İslam, özünde sulhu esas alan bir dindir. Müslümanların amacı hiçbir zaman savaş çıkarmak, yıkıma sebep olmak ya da fesat yaymak olmamıştır; bilakis dinimiz, savaşları sonlandırmak, zulümlere son vermek ve insanlığı huzur dolu bir hayata kavuşturmak için gönderilmiştir. Bu yaklaşımda tevekkül asla tedbirsizlik olarak görülmez. İnananlar, güvenliklerini sağlamak ve barışı korumak için bugünün şartları çerçevesinde gereken modern savunma sistemlerine, gelişmiş askeri teknolojilere ve güçlü bir ekonomik güce sahip olup her türlü hazırlığı yaparlar; ancak savaş seçeneğini de daima en son çare olarak düşünürler. Eğer bir millet barış ve huzur içinde yaşamak istiyorsa o zaman gerektiğinde bu değerlerin korunması için cesaretle, kararlılıkla mücadele etmeye de her an hazır olmalıdır. Şairane bir teyakkuz haliyle:

"Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felâh;
Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-ü salâh."

Bu beyit, gaza anlayışının temelini oluşturur. Bütün devletler kurtuluş başarısını bu ibretlik sözde bulur; şayet barış istiyorsan savaşa her an hazır olacaksın.

Namaz, oruç, zekât ve hac gibi bir ibadet olan ve gaza bilincinin temelini oluşturan cihad kavramı; Osmanlı döneminde i’lây-ı kelimetullah uğruna, dinin, devletin, mülkün ve milletin bekası için verilen bütün mücadelelerin ortak adı olmuştur. Osmanlı’nın temel dayanaklarından biri sayılan “din ü devlet, mülk ü millet” prensibi de bu dört unsurun birlikte var olmasının vazgeçilmezliğini ifade eder. Böylece din, devlet, mülk ve millet; birlikte anlam bulan, birlikte yaşatılan ve medeniyetimizi ayakta tutan temel dayanaklar haline gelmiştir.

Medeniyetimizin "gaza medeniyeti" olarak tanımlanması hem askeri hem de manevi zaferlerin bir arada olduğu bir süreci simgeler. Gazanın, bir toplumun sosyal, kültürel ve dini yapısını şekillendiren bir kavram olarak Müslümanlar arasında derin izler bıraktığı bu medeniyet hem kendi milletine hem de tüm insanlığa katkı sağlamış; böylece tarih sahnesinde önemli bir yer edinmiştir

ZAFERİN ÜÇ SÜTUNU: GAZÂ, DUA, MAARİF

Bu kutlu yürüyüşte, zafer sadece maddî güçle değil, duanın, ilmin ve maneviyatın eliyle de kazanılmıştır. Medeniyetimizin gaza anlayışı, silahla yapılan mücadelenin yanı sıra arşa yükselen duaların, aklın ve gönlün birlikte inşa ettiği ilim ve irfanın toplamıdır. Bu hakikati İmâm-ı Rabbânî veciz şekilde dile getirir: “Bir savaş, iki ordunun ittifakıyla kazanılır: Biri leşker-i gazâ, diğeri leşker-i duadır. Dua ordusu, gazâ ordusunun ruhu; gazâ ordusu da dua ordusunun bedeni mesabesindedir. Duasız gazâ, ruhsuz ceset gibidir.”

Bu muazzam yapı, iki sütundan daha fazlasını taşır ve bu sütunlara üçüncüsünü de eklemek gerekir: leşker-i maarif.

Tarihin her safhasında bu üçlü ordu birlikte yürümüştür:

Leşker-i Gazâ, dün alp erenler, serhat gazileri ve ulu hakanlardı; bugün ise sınırda nöbet tutan askerler, teknoloji üreten mühendisler, siber güvenlik hattında direnen gençlerdir.

Leşker-i Dua ise âlimler, mürşitler, evlatları için gözyaşı döken anneler, Kur’an halkalarında sabırla ilim tahsil eden gençlerdir.

Leşker-i Maarif ise ilimleri, fenleri, sanatları ve dünyayı anlamaya çalışan her bir disiplini kuşanmış; laboratuvarlarda, kütüphanelerde, proje masalarında geceyi gündüze katarak milletin ufkunu açan, maddi zaferin ilmî, teknolojik ve stratejik altyapısını inşa eden neferlerdir. Onlar; gönüllere dokunan, şahsiyeti inşa eden, ahlakı ve maneviyatı mayalayan mürşitler ve muallimlerdir. Sınıfı bir nevi siper bilip öğrencisinin gönlüne iman, Allah korkusu, ahiret endişesi, adalet duygusu ve medeniyet şuuru eken bu gönül erleri, zaferin yalnızca silahla değil, şuurla kazanılacağını bilenlerdir.

Kalemle kılıcın, ilimle cesaretin, akılla teslimiyetin, irfanla mücadelenin birleştiği bu yol, gaza ruhunun en diri hâlidir. Şehitlerin kanıyla âlimlerin mürekkebini aynı tartıda değerlendirip: "Âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanından daha faziletlidir." yaklaşımı, bu beraberliğin ne kadar kadim ve kıymetli olduğunu gösterir.

Leşker-i gazâ, leşker-i dua ve leşker-i maarif… Bu üçlü sacayağı bir araya geldiğinde milletin ve ümmetin sırtı yere gelmez; zafer ve fetih hem dünyada hem ahirette müjdelenir.

GERÇEK FETİH GÖNÜL KAZANMAKTIR

Tarih boyunca fetihlerin yalnızca meydanlarda değil, tekke, zaviye ve mekteplerin sessiz odalarında da hazırlandığını görüyoruz. İşte bu noktada karşımıza çıkan en önemli figürlerden biri Gazi Dervişlerdir.

Tıpkı Ömer Lütfi Barkan’ın Kolonizatör Türk Dervişleri makalesinde işaret ettiği üzere, fütuhatın manevi mimarları olan Gazi Dervişler; sınır boylarında yalnızca leşker-i gazânın neferi ya da leşker-i duanın mümessili değil, aynı zamanda akılları ve gönülleri ilim ve irfanla inşa eden birer leşker-i maarif idiler. Onlar, kılıç taşıdıkları kadar kalem taşımış, tekke ve karargâhlarıyla birlikte medreseleri de birer insan mektebi ve irfan yuvasına dönüştürmüş; seccadeyle siperi, duayla mücadelenin stratejisini aynı hayat içinde yoğurmuşlardır.

Barkan’ın işaret ettiği bu Gazi Dervişler, askerî zaferden daha önemli olarak gerçek fetihlerin gönüller kazanmak olduğunu bilen öncülerdi. Onlar için fetih, surları aşmanın veya toprakları genişletmenin çok ötesinde insanların kalplerine hakikat nurunu taşımak demekti. Bu şuurun kaynağı bizzat Allah Resulünün şu müjdesinde saklıdır:

“Allah’a yemin ederim ki, senin sayende Allah’ın bir tek kişiye hidayet vermesi, senin için kırmızı develere sahip olmaktan, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır.” (Buhârî, 7/3468)

Bu dervişlerin yolunu aydınlatan isimlerden biri olan Hoca Ahmed Yesevî, hikmetlerinde bu ruhu billurlaştırır. O, dervişin, zikir ehli olmakla birlikte hikmetle konuşan, hizmetle yoğrulmuş, halkla hemhâl olmuş bir gönül eri olduğunu öğütler. Bu şuurla yetişen Gazi Dervişler, gaza ruhunu ilim ve irfanla besleyerek fethettikleri toprakları vatan yapmanın mayasını çalmış; taşıdıkları maneviyatla, medeniyetimizin hafızasında silinmez izler bırakmışlardır.

Balkanlar’da Ayvaz Dede, Sarı Saltuk, Gül Baba gibi gönül öncüleri, ahî, abdal ve bacı toplulukları; “toprağı şenlendirmek” ve “arazi-i mevât’ı ihya etmek” anlayışıyla yeni yurtları sadece iskân etmekle kalmamış, oraları birer irfan ve adalet merkezine dönüştürmüşlerdir. Aynı şekilde Güney Afrika’da Ebubekir Efendi, Brezilya’da Bağdatlı Abdurrahman Efendi, Endonezya’da Baba Davud gibi farklı ülkelere Osmanlı tarafından gönderilen alim ve fakihler, faaliyette bulundukları ülkelerde medeniyetimizi en güzel şekilde temsil etmişler ve gönüllerin İslam’la şereflenmesine vesile olmuşlardır. Onlar dünyanın dört bir yanında kültürümüzün tanıtılmasına, İslam’ın hakikatinin anlaşılmasına, medeniyetimizin değerlerinin takdir edilmesine öncülük etmişlerdir. Onlar; gittikleri coğrafyaların yerel dillerini konuşmuş, o yörenin kıyafetlerini giymiş, sofralar kurmuş, kapılarını ve gönüllerini her kesime açmış, kalpleri fethetmişlerdir. Bu yaklaşım sayesinde ülkelerin yanı sıra nesilleri de birbirine bağlayan gönül köprülerinin temeli atılmıştır. Bu köprülerde taşınan erdemler, silahların gölgesinde kazanılan zaferlerden çok daha kalıcıydı: Hakikat, merhamet, adalet…

CİHADIN HAKİKATİ: KUL İLE ALLAH ARASINA GİREN ENGELLERİ KALDIRMAK

Medeniyetimizin ruhunda cihad, yalnızca savaş meydanlarına sıkıştırılmış bir eylem değildir; aksine zulmü ortadan kaldırmak, yeryüzünü iyilikle kuşatmak, insanı maddi ve manevi anlamda yeniden inşa etmek için sarf edilen kapsamlı bir çabadır.........

© Haber7