Okur “distopya” ya da “kendini sev” kitaplarına yöneliyor”
Türkiye’de ve dünyada yaşananlar distopya edebiyatını geride bırakıyor. Sanki Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında anlattığı makineleşmiş, sadece itaat eden, somalarla uyutulan insanlarından uzak ya da Ray Bradbury’in yazdığı gibi kitapların yakıldığı, insanlığın robotlarla kontrol altına alındığı gözetim toplumu ve George Orwell’in anlattığı Büyük Birader’in bizi izlediği bir çağ geride kalmış gibi. Bu sorunların, sorgulamaların hepsi baki ancak sanki bugün farklı şeyler yaşıyor gibiyiz. İnsan yaşananlar karşısında biz ne yaşıyoruz demekten kendini alamıyor. Peki yaşadıklarımız bir distopya mı, değilse nedir? Cesur Yeni Dünya’yı yeniden okuduğum ve bunu sorguladığım bir zamanda Siyaset Bilimci Doç. Dr. Deniz Yıldırım’ın sosyal medyada bir değerlendirmesini gördüm. Yıldırım, yaşadığımız çağı kıyamet çağı olarak adlandırıyor. “Depremden yangına kadar her şey distopyadan çok kıyamet sonrası eserleri andırıyor. Oysa toplum bu gerçekten kaçıyor. Kıyamet sonrası eserde insan, şoku atlatıp kendi dayanışma ve yaşama modelini örgütleyip özneleşiyor. Distopyada ısrarsa belirlenen kalma ısrarıyla el ele yürüyor.” Konu yaşadığımız çağı anlamlandırma telaşı olunca Deniz Yıldırım’a ulaştım, sohbetimize daha önceki yazısından bir alıntıyla ütopyasızlaşma süreciyle başladık.
Ülkemizde “Bu kadar da olmaz” dediğimiz pek çok şey oldu, olmaya da devam ediyor. Siz 2021 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan bir yazınızda “İşlerin daha iyiye gideceği umudunu yitirdiğimiz oranda da ütopyasızlaşıyoruz” diye yazmıştınız. Bugün hangi noktadayız?
Bu elbette sürüyor. Hem de derinleşerek. Ütopyalar ve distopyalar mekânsal tasarımlar olarak düşünülür; kelime kökü nedeniyle elbette böyledir. Fakat asıl olan zamansaldır. Gelecek zamana dönüklüktür; ütopik bilinç şimdiki zamandan kökünü alır, geçmiş zamandan ise mutlaka bir esin kaynağı yaratır. Zamanda sıkışma durumları, iç içe geçiş halleridir ütopya bilincini geliştiren. Bir yanıyla da hegemonya krizlerinin işaretidir. Bizde de bu üç zaman sıkışmıştır; Norveç’teki 2021-2025 arasındaki 4 yılla Türkiye’deki 4 yıl bir midir, aynı mıdır? Saptamamın anlaşılması için böyle bir örnekle anlatmış olayım. Ütopya, daha iyi bir yaşamın mümkün olduğuna inanç değil sadece; aynı zamanda bunun varolanın dışında, varolan kötüye gidişe karşıtlık zemininde yeni bir kuruculuk vasfı kazanma, özneleşme ve buna uygun olarak da yeni bir yaşam örgütleme arzusu. Gündelik hayatta mutlaka karşılaşmışızdır: “Bu söylediklerin çok ütopik, gerçekleşmesi zor.” Dikkat ederseniz insanlık tarihi, gerçekleşmesi zor görülen düşlerin çoğu zaman, belki bir yüzyıl içinde gerçeğe dönüşmesinin de tarihidir. Dolayısıyla ütopik bilinç, gelecek zamana dönüktür; şimdiki zamana bakarak şekillenir ve büyük oranda şimdiki zaman, Gramsci’nin çok atıf alan saptamasına benzer şekilde, eskinin öldüğü fakat yeninin doğmadığı bir dönemin ürünüdür.
“Kaygı ve itiraz artık geleceksizleşme üzerine”
Bunu açar mısınız? Türkiye’de eskinin öldüğü yeninin doğmadığı zaman nasıl bir zaman?
Türkiye’de, az önce sözünü ettiğim türde üç zaman sıkışmasının ütopik bilince zorunlu olarak kapı açacağı kanaatindeyim. Şöyle düşünün: Türkiye’yi yönetenler, siyasal kadrolar ileri yaşlarda. Toplumun en memnuniyetsiz kesimi ise genç nüfus içinde. Türkiye’nin geçmişi ve bugünüyle Türkiye’nin geleceği arasında fiilen bir zıtlık var; bu, kuşaklarla ilgili değil sadece; değişim arzusunun geleceğe dönük olmasıyla ilgili asıl olarak. Sadece kuşaklarla ilgili olsa, bugüne yön veren kadroların kararlarının ileri yaşlarda, emekliliğin tadını çıkarması gereken insanlarımızın beden emeği gerektiren, zor işlerde, geçim derdiyle çalışmak zorunda kalmasını açıklayamazdık. Yani “yaşlıların durumu iyi, gençlerin durumu kötü”, eksik ve yanlış okuma. Zamana nasıl bakıldığıyla ilgili bir şey söylüyorum daha çok. Fakat bu sınıfsallık, zaman anlatıları etrafında inşa edilen ideolojik mücadeleler aracılığıyla örtüldü, örtülüyor. Yıllardır Türkiye siyasetinin neredeyse tüm aktörleri, icat edilen bir gelenek ve geçmiş zaman anlatısı etrafında seslendi topluma. Fakat bu artık yetmiyor; örneğin birçok kesim bir katalizör işlevi gören 19 Mart operasyonları sonrasında gençliğin rahatsızlıklarını ve tepkisini geç de olsa gördü, çözüm üretti mi, hayır elbette; fakat bir şey açığa çıktı: Türkiye’de geçmişe dair anlatılar arasındaki mücadele zamanı büküldü; cin şişeden çıktı bir kere. Kaygı ve itiraz artık gelecek ve geleceksizleşme üzerine. Ben eskinin öldüğü, şimdiden çok geleceğin bir kaygı vesilesi haline geldiği bu dönemin ütopik bilincin yeniden gelişimi yolunda bir işaret ve imkân olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Yeniyi, alternatifi, dünyaya, insanlığa, doğaya, diğer canlılara ortak bir yaşam ve gelecek sunacak bilinci açığa çıkartmak, siyasal kadrolar arasındaki atışmalardan, sataşmalardan çok daha acil ve zorunlu görünüyor bana.
“Ütopyasızlık küresel bir program”
Diğer yandan bu ütopyasızlaşma bize özgü değil. Tarihçi Enzo Traverso’nun ‘Solun Melankolisi’ adlı nefis bir kitabı var, orada “21. yüzyıl genel bir ütopya tutulmasıyla şekillenen bir çağ olarak doğdu,” diyor. Bu aslında ütopya kaybının genel bir durum olduğunu ifade ediyor. Fakat ya böyle olması, küresel yeni iktidar tasarımı, buna uygun kültür ve medya/ideolojik aygıtlar endüstrisi eliyle, zaten yönetenlerce tercih edilen bir büyük programın sonucuysa? Unutmayalım; neoliberal yıkım programı yükselirken İngiltere’de Thatcher eliyle yürütülen demir yumruk siyasetinin........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d