Hiçbir Devlet Kendi Halkı Tarafından Yönetilecek Kadar Kıymetsiz Değildir
Uluslararası ilişkiler ve devlet kavramları birbirinden müstakil ve farklı düzlemlerde gelişmiş olsa da 15. yüzyıldan itibaren bu iki kavramın yollarının kesiştiğini ve simbiyotik bir ilişki içine girdiklerini görüyoruz. Machiavelli’nin devlete dair bakış açısı sömürgecilik ve coğrafi keşiflerle de desteklenince ortaya yeni bir ulusal ve uluslararası sistem anlayışı çıktı.
Devlet kuramı üzerine yapılan felsefi çalışmalar, devlet aklı ve örgütlenmesini Tanrısal güçler ve krallardan soyutlamaya çalışıyordu. Görünürde felsefecilerin yapmaya çalıştıkları akla, bilime, insana ve özgürlüğe dair bir devlet yapılanmasının oluşturulmasıydı. Lakin gözden kaçırdığımız ve belki de umursamadığımız bir husus var ki, o da. devlete egemen olan güçlerin tasfiyesiyle birlikte boşluğu dolduran gücün ne olduğu hususunda bir kanaatimizin olmadığıdır.
Sömürgecilik ve coğrafi keşifler devletlerden çok, belirli bir zümrenin maddi ve manevi güçlenmesinin temelini attı. Elde edilen zenginlik burjuva üzerinden ulusal yapıların dönüşmesi ve demokrasinin şekillenmesine yol açtı. Sermayenin devlet üzerindeki etkinliği parlamenter yapılar üzerinden yüzlerce yıllık zamanda şekillendi.
Devlet üzerindeki din ve soy bağlarının ektisi kademeli bir şekilde yeni bir zümrenin eline geçti. Ekonomik çıkarların ötesinde bir motivasyonla hareket eden bu zümre, zamanla ortak bir “Zihniyet” etrafında buluşarak evrensel politikalar üretmeye başladı. Coğrafi keşiflerden elde ettikleri sermaye ile ülkeleri yavaş yavaş dönüştürmeye başlayan Zihniyet, dönemsel olarak belirli ülkeleri dünyanın hâkim gücü haline getirme lüksüne da kavuştu. Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa, İngiltere ve ABD’nin uluslararası sistemdeki güçleri bu hikâyenin bir yansımasıdır.
Avrupa içindeki ulusal yapıların dönüşmesi ve yeni devlet aklının işlevsel hale gelmesi, Zihniyetin uluslararası sisteme müdahale edebileceği algısını oluşturdu. İlk zamanlar ticari bir faaliyet olarak görülen sömürgecilik bu saatten sonra sosyo-psikolojik dönüşümlerin deneysel mekânı oldu. 1884 Berlin Konferansı ile emperyalizmin kapılarını aralayan Zihniyet mensupları, sadece Afrika, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya üzerinde değil, dünyanın hemen her tarafında emperyal bir düzen kurmaya başladı. Hatta I. ve II Dünya Savaşlarıyla bunu öncelikle kendi kıtasında yaptı. Yeni düzenin zihinsel kabulü önce kendi vatandaşlarından başlamalıydı. Zira Batılı toplumlara bunu kabul ettirmeden dünyanın geri kalanına kabul ettirmek çok da anlamlı olmayacaktı.
Bugün Avrupa’da miras yoluyla el değiştiren 12 krallığın 10’u arasındaki hanedanlık bağları hala devam ediyor. Çoğu Alman ve Fransız olan bu hanedan ailelerinin kökenleri ülke yönetimleri için bir sorun teşkil etmiyor. İspanya Veraset savaşları gibi ironik durumların bugün yaşanmasını beklemiyoruz elbet. Lakin bahsetmeye çalıştığımız bu hanedanlık ilişkilerinin ötesinde bir şey. İngiliz Kraliyet ailesi İngiliz olmayabilir,........
© Fikir Coğrafyası
