Sınıfı Gölgeleyen Nedir?
Arkadaşımız Süha Tarık, Kürt halkının Cumhuriyeti’in ideolojik çerçevesi üzerindeki etkisini inceliyor ve bir reçete çıkartıyor. İlginize sunuyoruz…
Türkiye’de hepimizin alışageldiği ve hatta kanıksadığı bir “kültür” durumu mevcut. Sosyal medyada gündem olan olaylardan tutun, haber bültenlerine kadar sürekli gözümüze sokulan bir durum. Herhangi bir “tabuya”/ donuk ve siyasileştirilmiş bir imgeye yapılan övgü veya saygısızlık tüm haber kanallarını ve sosyal medyayı çepeçevre sarmakta. İnsanların yüreklerini okşamakta veyahut da yas tutmalarına sebep olmaktadır.
Kültür durumu diyorum, çünkü Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yedeklenen ve yeniden üretilen bir kavram seti bu. Öyle ki irtica – ilericilik geriliminden tutalım, sol-sağ çatışmasına kadar tartışma sürekli ama sürekli sembol fetişizmi üzerinden hareket etmektedir. Bu kültür durumunun üç temel kavramı mevcuttur. İlericilik, mukaddesat ve Kürt halkı. Bu üç kavrama karşı verilen herhangi bir tepki, kişi ve grupların ne yönde konumlanacağını, kimler tarafından dinlenip kimler tarafından göz ardı edileceğini ve dahi kimler tarafından ötekileştirileceğini belirler.
Öyle ki Cumhuriyet tarihi bu üç kavramın tarihidir. İlericilik ve Mukaddesat çatışır iken, Kürt halkı görmezden gelinir. Hayatın içinde kültürel olarak varlığını sürdüren ve bu kavramları sürekli kendi içinde yeniden üreten halkın bu kavramlar üzerinde konuşma hakkı ise elinden alınmıştır. Politikacılar, el ele bir şekilde, bu kavramları ve bu kavramların türevlerini birbirlerine savururlar. Kürt halkı ise özneleri tarafından ne kadar konuşulur ise konuşulsun görünmez kılınmak için tüm medya araçları ile baskılanmaktadır. Her ne zaman yukarıda zikrettiğimiz “İlericilik ve Mukaddesat” kavram setleri sıkıştıkça, siyaset üretemedikçe veya eskidikçe Kürt halkının var oluşu öne çıkarılır ve Kürt siyaseti bu öne çıkarma ile birlikte ya alanını genişletir ya da güç kaybeder. İkisi arasındaki çatışma “Kürt halkı” üzerinden yeniden sağlanır. Nitekim “Mukaddesatın” parlamenter öncü partisi ile “İlericiliğin” parlamenter öncü partisi birbiri ile çatışma hususunda zemin bulamayınca, Kürt halkı konuşulur hale gelir.
Bu üç kavramın ikisi aslında seküler kültür kampı ile muhafazakar kültür kampının hayatta kalma sebebidir. Necip Fazıl’ın “”Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir; Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.” dizeleri bu kültür kamplarının özeti gibidir. Hegemonya/Evren asla değişmez, iyiler ve kötüler, kirliler ve temizler, batıcılar ve doğucular… Ve hepsinin uzağında bile bile bırakılmış bir Kürt halkı. Türkiye’yi şekillendiren hegemonya budur. Bir mahalleye dahil olmak veya bir mahalleden dışlanmak dahi bir siyasi hareket için ölüm-kalım savaşına döner. Önemli olan “ilerici” veya “mukaddesat” kavramlarının türevlerinden birini göğsünde taşımaktır. Bir manada herhangi bir grubun gözünde makbul olmanın yolu bu kavram setini akıp giden hayattan soyutlayarak bir fetişizme dönüştürmektir. İlericilik kavramının binlerce tefsiri yapılır; Mukaddesat cari olan siyasal düşünceye göre yorumlanır ancak kalan, alanını genişleten yine aynı kavramsal, aynı ekonomik zemine dayalı çerçevedir.
İşte bu sıkışmışlığa bir çok ad vermek mümkündür. Bu kavram setlerinin oluşturulması, “İlericilik” kavramını pusula olarak kullanması, Mukaddesat kavramını Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması marifetiyle yeni yönetimin arka bahçesi ilan etmesiyle Cumhuriyet’in ilk yıllarına rastlar. Aynı şekilde “Kürt halkının” sessiz kılınması ve konuşulamaz haline getirilmesi yine bu dönemlere tarihlenebilir. Bu sebeple bir yanıyla bu kavrama “Kemalist Hegemonya” demek mümkün olmakla birlikte, kurulduğu zaman bakımından da “Cumhuriyet paradigması” adı verilebilir. Kemalist hegemonya dediğimiz kavram, yukarıdaki üç kavram bulunmaksızın kendini var edemez. Bu üç kavram birbiri ile ilişki kurduğu, çarpıştığı müddetçe Kemalist hegemonya ayakta kalabilir. Bu hegemonya, mezkur soyutlanmış kavram setleri ile kendi kendini var ettiği sürece, fetişizmin boyutu artmaktadır. İdealist bir biçimde bir özü olduğu iddia edilen ancak her geçen yıl yeniden yorumlanarak birer “ilke” haline getirilen bu kavram setleri anlamsızlaşarak, bir başka deyişle bu kavramların sürdürücüsü olan halktan bağımsız hale getirilerek, birer fetiş haline gelir.
Somutlaştırmak gerekir ise, Milli Mücadele döneminde yabancı sermayeye bakış “iktisadi kurtuluş” çerçevesinde yabancı sermayenin Türkiye topraklarındaki etkisinin azaltılması üzerinedir. Ancak burada görmemiz gereken nokta şudur ki Cumhuriyet sermayesi yabancı sermayeye savaş şartlarından sebep oldukça fazla muhtaç durumdadır. İzmir İktisat Kongresinde, milli iktisat terimi kabul görmekle beraber, cari koşullarda Cumhuriyet’in bu gününe değin yabancı sermaye olmaksızın iktisadi sistem kalkınamamaktadır. Bu yolda ilk adım, 1920 yılında savaş zamanında öncelikle yabancı sermayenin yüzde 70 oranında sahibi olduğu Osmanlı bankası şubelerinin Ankara hükümeti ve İşgalci kuvvetlerin yaptığı anlaşma ile tamamen koruma altına alınmasıdır. [1]
İkinci olarak, İzmir İktisat Kongresi kararları her ne kadar kağıt üzerinde milli sermaye merkezinde olmakla birlikte, nesnel koşullar altında yabancı sermaye ile devlet ittifakını apaçık bir biçimde Cumhuriyet tarihinin ilk grevlerinde görmemiz mümkündür. Bir manada Yeni cumhuriyet, “milli iktisadı” söylemsel açıdan başta tutar iken, emperyal yabancı sermaye fiili bir şekilde kendini genişletmiştir. Söylemde ilk Kürt İsyanlarından Şeyh Said İsyanı “emperyal” odakların bir oyunu olarak sunulur iken, aynı zamanda İngiliz şirketler Türkiye toprakları üzerinde faaliyetlerine devam etmektedir. Aynı şekilde. Şnurov’un ifadesiyle yeni cumhuriyet her ne kadar söylemde emperyalizme karşı olsa da, grev ve ayaklanmalarda sürekli bir şekilde yabancı şirketlerin yanında durmuştur.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren sosyal alandaki çelişki, ilerici-gerici (mukaddesat) üzerine kurulmuştur. Nitekim o vakitlerde taşra ve Kürdistan bölgesi “geriyi” temsil ederken; Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerin kimi semtleri ileriyi temsil ediyordu. Nitekim bu durum, Demokrat Parti ile beraber yeni bir safhaya geçmiş, devletin yönetimi asker-bürokrat kökenli bir yönetimden yarı burjuva-yarı toprak ağası bir yönetimin eline geçmiştir. Buradan itibaren asker-bürokrat bir yönetimdense, yarı burjuva-yarı toprak ağası klik hem anadoluda genişlemesi ile hem de serbest ticareti öncelemesi ile öne çıkmış, sürekli seçimleri kazanmıştır. Yarı burjuva-yarı toprak ağası yönetim kendi kimliğini de dönüştürerek “mukaddesat” kavramını yaratmış, bu kültürel hegemonya denemesi sonucunda askeri darbeler gerçekleşmiştir. Ancak 80 darbesinden sonra, köyden kente göçün ve “mukadddesat” kavramına sahip taşralı tüccarın büyümesi ve Erbakan’ın partisininin altında örgütlenmesi ile beraber yeni bir “mukaddesat” kliği ortaya çıkmıştır. Bu klik,........
© Emek ve Adalet Platformu
