menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ceren Avşar ile Onur Köybaşı Söyleşti

11 2
09.07.2025

Ceren Avşar ile Söyleşi

Onur Köybaşı

Suyundan sıkılandan, ateşle avutulmayı bekleyene, Şahrat’ün-nar’dan, Adem’e, Sahra’dan Ümmiye’ye, ninni’den, Rabb’a. Kapanmak istenen o derinleşen çukurdan, tırmanılan kayaya, kutsal taştan, Ulu Su’ya, sırtlanlardan, Yüce Ruh’a, Ana’dan, Kırmızı Tüy’e, meme ucundan Cinne’ye… Lando etiketiyle okuyucusuyla buluşan yeni şiir kitabın İnkâr, hayırlı uğurlu olsun. “Tuhaf”lığı içeri alıp şiirin sınırlarını aşındırmaya izin veren modern zamanların tasavvuf i destanı olmuş İnkâr. Söyleşimize başlamadan önce, bize eşlik edecek bir şarkı istesem senden?

Onur öncelikle çok teşekkür ederim özenin ve emeğin için. Sorduğun sorular üzerine çok düşündüm. İnkâr’ı daha iyi anlamama vesile oldu. Ne mutlu bana.

O zaman hadi şarkıya geçelim. Bize Patti Smith eşlik etsin, ‘People Have The Power’ desin. Ben de sorularına cevap verdiğim müddetçe bu şarkıyı dinleyeceğim. 🙂

“…İnsanlar güce sahiptir

Rüyamda rüya görüyordum

Parlak ve adil bir tarafını

Uykum bölünse de

Rüyam yakınımda kaldı

Parlayan vadiler biçiminde

Saf havanın tanındığı

Duyularım yeniden açıldı

Şu haykırışla uyandım:

İnsanların gücü var

Hayal kurma gücümüz var

Dünyayı aptallardan kurtarma gücümüz

Halkın gücü var…”

Patti Smith bir söyleşisinde şöyle diyor şarkıyı nasıl yaptıklarını anlatırken:

Hayal ettiğimiz her şeyin gerçek olabileceğine inanıyorum ben, birlikte olursak dünyayı tersine döndürebilir, dünyanın devrimini biz başlatabiliriz.

İnkâr’ı bu inançla yazdım.

Antroposen çağında, dünya ilk kez insan eliyle yok oluyor ama değiştirebileceğimize, yönü yeniden iyiliğe çevirebileceğimize inanıyorum.

Şarkıda da dendiği gibi buna “gücümüz var.”

Kitap, Sahra, Kırmızı Tüy ve Cinne olarak toplam üç bölümden oluşuyor. İnkâr’ın okuyucuya ulaşana kadar olan sürecin hikâyesinden biraz bahsedebilir misin?

İnkâr, yaklaşık on beş yıllık bir düşünsel ve duygusal sürecin, kadınlararası hafızanın ve kadınlık bilincinin katman katman örülmesiyle ortaya çıktı. Bu süre boyunca kesintisiz bir üretimden ziyade, dönüp dönüp yeniden şekillendirdiğim, vedalaşması zor bir metinle karşı karşıyaydım. Çünkü özellikle üçüncü şiir olan Cinne, bir gelecek tahayyülü içeriyor ve bu öngörülen distopik geleceğe, iklim krizinin hızla derinleştiği bir çağda adım adım yaklaştığımızı görmek metni sürekli dönüştürdü.

İnkâr’ı bir ihtiyaçtan yazdım. İnsan türü olarak dünyaya ne yaptığımızı, bunu kadınların gözünden, onların duyumsama biçimleri, tanıklıkları ve dayanışma etiğiyle anlatmak istedim. Çünkü cis-hetero erkek anlatı zaten her yerde baskın; benim ihtiyacım kendi sesimi, kendi kelâmımı duyurmaktı. Gittikçe daha fazla türün yok oluşuna, denizlerin ölümüne, savaşlara, toplumsal çözülmeye ve insanın derinleşen narsisizmine tanıklık ederken, sadece durup izlemek delirticiydi. Yazmak bu anlamda hem tanıklık hem de hayatta kalma biçimiydi. Yaşadığım eko-anksiyetenin ağırlığını ancak yazarak taşıyabildim.

Metnin yazınsal örgüsü doğrusal değil; içsel bir dolaşıklık, zamanlar ve mekânlar arası geçişlerle ilerleyen, birbirini çağıran kadın imgeleriyle şekillendi. İlk yazdığım Kırmızı Tüy, bellekte yarılmış bir zamana ve kadına ait tanıklığı dile getirirken, onu izleyen Sahra, mitolojik ve teolojik anlatılara uzandı. En son yazdığım Cinne ise, gelecekteki bir olasılık olarak dişil olanın bastırılmasına ve buna karşı yürütülen direnişe dair bir tahayyül inşa ediyor. Ama İnkâr’da önce Sahra’yı, sonra Kırmızı Tüy’ü ve en son Cinne’yi okuyoruz. Yazdığım sırayla değil kitapta şiirler.

İnkâr’ın üç bölümü de patriyarkanın tarihsel ve ontolojik şiddetine karşı kadınların birbirine tuttuğu aynaları, yurt oluşlarını ve birlikte var olma pratiklerini merkezine alıyor. “Kadın kadının yurdudur” fikri, metnin hem poetikasını hem de politik izleğini kuran temel ilkelerden biri oldu. Kitap boyunca kadınlar sadece birbirine tanıklık etmiyor; aynı zamanda birbirlerinin zamansal, mekânsal ve metafiziksel kurtuluşunu da mümkün kılıyorlar.

Feminizmi yalnızca bir söylem olarak değil, aynı zamanda bir hafıza biçimi, bir bakım emeğinin etiği ve bir karşı-koyuş alanı olarak gördüm. Yazarken kurduğum evren, kadınların birbirini taşıdığı, kaydettikleri kadar birbirlerini yeniden var ettikleri bir kolektif tahayyül alanıydı. İnkâr bu anlamda hem bireysel bir yazınsal hafızanın ürünü, hem de ekofeminist bir sezginin, gezegenle ve birbirimizle kurduğumuz bağların imgesel bir arşivi.

Sahra, Kırmızı Tüy ve Cinne, binlerce yıl ve kilometrelerce yol birbirinden uzak kadınlar olabilirler ama metinde birbirlerinin yurdu oldular. Benim de yurdum oldular. Ben mi onları yazdım, yoksa onlar mı kendilerini bana yazdırdılar, hâlâ emin değilim.

Birçoğumuzun görmüş olduğu rüyayı somutlaştıran, sözcüklerle, sayısız referansla, şiirin akışında kendini bulmaya çalışarak bir yandan da sevmenin ne demek olduğunu bulmanın kitabı İnkâr. Çok şeyi reddederek, yeryüzünden kovulmak istenen birçok şeye de kucak açan bir kitap olmuş. Nasıl bir duygu halindeydin kitabı yazarken ve kitap bittikten sonra neler hissettin?

Kitap bitmedi mi desem acaba önce. İnkâr’ın son dizesi “dünya artık cinlerincinlerincinlerin evi.” İnsanların olmadığı, diğer türlerin yaşam alanı olarak İnkâr devam ediyor.

Belki de yazarken en çok hissettiğim şey bir tür yas duygusuydu. Sadece insanlık için değil, insanlık dışında kalan ve bizden önce burada olanlar için; yeryüzünün tüm kayıpları için bir yas. Bu da beraberinde bir eko-anksiyeteyi taşıdı. Sürekli dönüp duran sorular vardı zihnimde, içimde: Biz kimiz, neyi yok ettik ve hangi hakla? İşte bu yüzden İnkâr, sadece bir şiir kitabı değil; aynı zamanda doğaya, hayvanlara, taşlara, seslere, köklerimize dönük bir özeleştiri.

Yazarken queer bir sezgiyle yaklaştım her şeye. Bedenin sabitlenmediği, cinsiyetin, türün, zamanın kırıldığı, parçalandığı bir evren kurmaya çalıştım. Belki de o yüzden tüm karakterler birbirine karışıyor, geçmiş geleceğe sızıyor, dil de bazen anlamını yitiriyor. Queer feminizm, bana bu anlamda sadece cinsiyetler arası adaleti değil; türler arası, zamanlar arası bir adalet düşünmeyi öğretti. Bu yüzden İnkâr kadınının yaratılışı ile başlıyor. Neandertal bir kadının sesiyle devam ediyor, bir cin kadının koynunda sonlanan bir hat kuruyor: tarihin dışına itilmişlerin, yok sayılanların, “öteki” olanların sesiyle.

Yayımlanınca ne hissettim bilmiyorum. Belki biraz daha yalnız, ama daha doğru bir yalnızlık. Belki de İnkâr’la birlikte sustuklarımız, bastırdıklarımız ve yok saydıklarımız bir süreliğine geri geldi ve ben onlarla aynı masaya oturuyorum. Bu masa hâlâ burada duruyor. Kitap yayımlandı ama masayı toplamadım. Bırak dağınık kalsın dedim kendi kendime, bir süre daha dağınık kalsın.

Bana kalırsa kitabın bigbang’i Şahrat’ün-nar. İlk İnkâr bu ifadede başlıyor. Arapça bilen biri olarak, bu ifadenin sözcük anlamına dikkat çekmek isterim: Şahrat’ün-nar, ateş kıvılcımları veya ateşin sıçrayan kıvılcımları anlamına gelir aslında. Özellikle cehennem azabını, oradaki şiddetli ateşi ve insan üzerindeki dehşet verici etkisini betimlemek için kullanılır. Cehennemin içindeki kontrol edilemez öfke ve yakıcılığın dışavurumudur. Ayrıca klasik Arap şiirinde ve tasavvufi metinlerde de mecazi anlamda, şiddetli tutku, öfke veya ilahi aşkın yakıcılığı gibi anlamlarda da kullanılabilir. Tabii bu söylem, klasik edebiyat ve tasavvuf bağlamında kendine oldukça yer edinen bir ifadedir. İnkâr, tam da bu ifade üzerinde belirliyor tüm koordinatlarını. Sen neler söylemek istersin bu konuda?

Evet, tam da öyle düşünüyorum. Bana göre de kitabın bigbang’i Şahrat’ün-nar; yani bildiğimiz anlamda bir yaratılıştan ziyade, yakıcı bir uyanış anı. Bu ifade sadece cehennemle değil; aynı zamanda içsel bir öfke, bir bastırılmışlık, bir arzunun........

© Edebiyat Burada