menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bitmeyen siyasal alarm toplumu yordu

16 0
07.09.2025

Sabah haberleriyle tetikte uyanan, gün boyu bildirimlerle irkilen, akşam yemeğinde bile gündemi kaçırmamak için telefona bakan bir toplum düşünün. İnsan zihni kısa süreli tehditlere dayanıklıdır; tehlike geçince toparlanır. Fakat alarm hiç susmazsa sinir sistemi kendini korumak için enerji tasarrufuna geçer; dikkat daralır, duygular küntleşir, ilgi geri çekilir.

Klinik literatürde bu tablo kronik stres ve tükenmişliğe denk düşer. Bugün yurttaşın siyasal iklimde yaşadığı tam da bu: kesintisiz alarm hali.

Ama bu yalnızca bireyin iç dengesini değil, toplumsal yaşamın temposunu da şekillendirir. Alarm, gündelik ritmi baştan sona işgal eder.

Bir olay sindirilmeden diğeri geliyor; umut hızla umutsuzluğa dönüşüyor. Kaygı, korku, boşvermişlik ve boşverememe aynı gün içinde yaşanıyor. İnsan zihni bu yoğun akışı bir noktada ‘tehdit değil gürültü’ olarak kodlamaya başlıyor.

Sonuç: Yurttaş oy verse de etkisiz hissediyor, tartışsa da değişim umudu taşımıyor. Politik katılımın duygusal getirisi azalınca rasyonel maliyet ağır basıyor; insanlar konuşmayı, tartışmayı hatta haberleri takip etmeyi bile ertelemeyi tercih ediyor. Bu kayıtsızlık değil, bir korunma tepkisi.

Ve bu korunma tepkisi, sadece davranışlarda değil, benlik algısında da derin izler bırakıyor.

Kronik gerilim, yurttaşın öz algısını dönüştürüyor. Byung-Chul Han’ın ‘Yorgunluk Toplumu’nda tarif ettiği özne, artık üretmeye değil katlanmaya odaklanıyor. ‘Yapabilirim’ yerini ‘Dayanabilirim‘e bırakıyor. Bu kayış, benlik algısını da değiştiriyor: ‘Etkileyen’ olmaktan ‘etkilere katlanan‘a geçiş…

Tükenmişliğin en tipik belirtisi, etkinlik duygusunun kaybıdır; siyasette bu, ‘Ben olmasam da olur’ kararsızlığına dönüşür. Antik tragedyalarda seyircinin yaşadığı katharsis, yani arınma, bugün tersine dönmüş gibi; sahnede sürekli felaket var ama arınma yok.

Bu yalnızca bireysel bir duygu değil; siyasetin dilinde de kendini açıkça belli eder.

Benlik algısındaki bu erozyon, siyasal dilde de görünür hale gelir. Siyasetin büyük kelimeleri —adalet, özgürlük, reform— aşırı tekrarın etkisiyle anlamını yitirir. Bugün ‘değişim‘ heyecan değil belirsizlik, ‘normalleşme‘ ise ertelenmiş bir randevu çağrıştırıyor.

Tarih de bu aşınmayı doğrular. Rönesans, yalnızca devrim niteliğinde fikirlerden doğmadı; aynı zamanda atölyelerdeki küçük teknik yeniliklerden, gündelik hayatta hissedilen iyileştirmelerden güç aldı. Michelangelo’nun dev freskleriyle aynı dönemde, sıradan bir zanaatkârın........

© Diken