Furkan’ın öyküsü
Griyi kendinden utandırıp öfkelendirecek kadar gri Silivri’nin kasveti, eylül ayında kendini mıh gibi hatırlatıyordu. Ha yağdım ha yağacağım diyen yağmur, bacakları titretmeye başlayan esintiler, mahkûmları yataklara, taburelere, sandalyelere mahkûm edeceğinin habercisiydi. Artık gündüz vakti bölmelerimizde kitap okuyabilmek için ışığı yakıyor, şorttan pantolona, terlikten ayakkabıya geçiyorduk. Mahkûmların boşluğa bakış süreleri uzuyor, sohbetler azalıyor, düşünceli haller artıyordu. “Mahpushanede” yazdan kışa girmek de kıştan bahara çıkmak da insanı manen yıpratan bir şeydi. Aynı his bayramlarda da gelir gırtlağa sarılır. “Terk edilmiş olmanın bütün biçareliği manasız bir öfke halinde yüreğe çöker” der Kemal Tahir. Aradan geçen 80 yılda hapishanelerde değişen bir şey yok anlayacağınız. Ancak bizim hayatımız ve halkımız bu denli romantizmi kaldıracak lükste değil. Dişlerimi sıkarak doğruldum, elimdeki kitabı yatağımın kenarına sıkıştırdım. Haber yazmak için masaya kuruldum. Başkan okuduğu kitabı parmaklarının arasına koyup gürledi: “Ulan kitapkurdu olduk, bak bir kitap daha bitiyor, hoşuma da gidiyor kitap bitirmek.” Memnuniyeti gözünden okunan başkan, “Dışarıda ne zaman okuyacağız kitabı, sürekli kovalamacadayız, ya vuracağız ya vurulacağız. Bizim hayatımız böyle kardeşim” dedi. “Sevdin ama kitap okumayı başkan” dedim. Başkan doğruldu yatağında, hızlıca bir........
© Cumhuriyet
