Temsilin Yükü: Üniversiteyi Ayakta Tutan Gerçek Değer Nedir?
Son günlerde gündemi meşgul eden sahte diploma skandalları[1], üniversitelerin yalnızca bilgi değil değer ve güven üreten kurumlar olma işlevinde yaşanan nitelik erozyonunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Bir kurumun verdiği diplomanın, kamusal ve bireysel hayatı etkileyen bir güven unsuru olması gerekirken, giderek içi boşalan bir belgeye dönüşmesi; temsilin ve sorumluluğun anlamını da tartışmaya açıyor. Mezuniyet törenlerinde şekilsel olarak temsil edilen üniversitenin değerleri, bu tür skandallarla birlikte, gerçek değerini sorgulatır hâle geliyor. Artık mesele yalnızca bir tören değil, hayati bir güven krizi sorunudur.
Bu tür güncel skandallar, aslında uzun süredir biriken ve artık istatistiklerle de görünür olan nitelik kaybının yalnızca "en fazla göze çarpan" yansımalarından biri.
Güvenin Çöktüğü Yerde Temsil Ne Anlama Gelir?
Mezuniyet törenleri bir vedadan fazlasıdır. Üniversitenin kamusal yüzü, değerleri ve kurumsal kültürü bu törende görünür hâle gelir. Bu yüzden de oldukça kıymetlidir. Öğrenciler, dört yıl boyunca emek verdikleri bir kuruma veda ederken, o kurumun temsilcileri de öğrencilerine veda eder. Ya da etmelidir.
Bu yıl Türkiye'nin çeşitli üniversitelerinde, mezuniyet atmosferi öğrencilerin başrolde olduğu protestolarla şekillendi. Öğrenciler, "makbul öğrenci" sınırlarının ötesine geçerek üniversitenin ne olması gerektiğini hem yöneticilere hem öğretim üyelerine hem de kamuoyuna güçlü biçimde hatırlattı. ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi gibi kurumlarda öğrenciler; düşünce özgürlüğünü hem mizah yoluyla hem de medeni cesaretle savundu. Tepki veren yöneticiler de oldu, sessiz kalanlar da. Ancak bu protestolar, özgür ve özerk üniversite idealinin yaşaması için en temel hatırlatmayı yaptı.
Bu iki kavramı hatırladığımızda, üniversitelerin geçmiş ile bugün arasında işleyen en önemli toplumsal hafıza alanlarından biri olduğunu da unutmamak gerekir. Bir toplumun hafızası zayıfladığında, eleştirel düşünce yerini alışkanlıklara, değerler yerini prosedürlere, temsil ise sessizliğe bırakır. Burada alışkanlıklar özel bir anlam taşır; çünkü alışmak, hatırlamaktan vazgeçmek ve görünen sorunlardan kaçma yoluna dönüşür. Üniversite, yalnızca bilgi aktaran değil, aynı zamanda hatırlama sorumluluğu taşıyan bir kurumdur.
Gelecek, yalnızca teknolojik yeniliklerin değil, değerlerin de hızla değiştiği bir dönem olacak. Böylesi bir çağda üniversitenin en temel işlevi, toplumsal, etik ve düşünsel hafızayı hem korumak hem de yeniden üretmektir. Aksi hâlde, kültürümüzün parçası olan değer bilgisi başka biçimlerde ifade edilmeye başlanacak; bu da, onarılması uzun yıllar alabilecek kırılmalar yaratacaktır.
Çünkü ne zaman, neyi, neden unuttuğunu bilmeyen toplumlar, aynı hataları tekrar eder. Bu da yalnızca bireysel değil, kurumsal bir hafıza kaybına işaret eder.
Ve temsilin görünürlükle değil, hafızayla ve nitelikle ölçüldüğü yerde üniversite anlam kazanır.
***
Bazı mezuniyet törenlerinde öğrenciler, konuşma sırası rektöre geldiğinde kürsüye sırtlarını döndüler. Bu, özgürlükçü, sakin ve simgesel bir protestoydu. Ancak kimi üniversite yönetimleri, bu barışçıl mesajları sağduyuyla karşılamak yerine, rektörün veya temsilin diğer makamlarının sonraki törenlere katılmama kararıyla yanıt verdi. Yani... rektör ya da kimi rektörler, yöneticiler küstü.
Evet, “rektör küstü” cümlesi elbette resmi açıklamalarda geçmiyor; bu ifade, olayların seyrine dair benim yorumum. Ama yaşananlar, “duygusal mesafelenme” kavramı açısından oldukça öğretici. Kimi yorumculara göre bu bir kişisel tercih; bazılarına göre ise, atama kültürünün hâkim olduğu kamu kurumlarında görmeye alışık olduğumuz bir temsil boşluğu daha. Belki de her ikisi. Fakat rektör küstü demek kulağa hafif bir yorum gibi gelse de, yaşananlar aslında çok daha derin bir meseleye işaret ediyor: Temsil makamındaki bir kişinin görünmezliği, yalnızca kendisinin değil; kurumun da görünmez olmasına neden olur. Üniversite yalnızca bilgi üreten değil, değer taşıyan bir kurumsa, o değeri taşıyanların da bu yükün sorumluluğuyla hareket etmesi gerekir.
Zor Zamanlarda Güvenli Sınırlar
Mezuniyetler, üniversitenin, üniversiteyi yönetenlerin ve akademik atmosferin derinliğini hissettiren yerlerdir. Zira mezuniyet konuşmaları yalnızca bir kutlama değil; aynı zamanda içinde bulunulan dönemin ruhuna dair bir fikir de verir. Ancak bazı konuşmalar, bu ruhu yansıtmak yerine yalnızca “güvenli alanları” işaret etmekle yetinir. Toplumsal meselelerin, öğrencilerin yaşadığı kaygıların ya da akademik dünyanın gerçek sorunlarının yok sayıldığı; yalnızca soyut yurt sevgisi ve tarihsel göndermelerle sınırlı bir dilin hâkim olduğu bu konuşmalar, nötr kalmak adına her türlü zihinsel çatışmadan uzak durur.
Oysa üniversite, çatışmayı bastıran değil; düşünsel gerilimi, soru sormayı ve farkındalığı taşıyabilen bir alan olmalıdır. Bu yaklaşımın en etkili örneklerinden biri, David Foster Wallace’ın 2005’te Kenyon College’daki unutulmaz mezuniyet konuşmasında ortaya çıkar. Wallace, eğitimin asıl işlevinin yalnızca bilgi aktarmak olmadığını; bireye, gözünün önündeki apaçık gerçekleri, yani yaşadığı hayatı, sıradan anları, rutinleri ve başkalarıyla olan ilişkilerini fark ettirme gücü kazandırmak olduğunu savunur. Wallace’ın meşhur “bu su” metaforu da tam olarak bunu işaret eder: Hayatımızın en temel gerçeklikleri çoğu zaman öyle görünür, öyle sıradandır ki kolayca gözden kaçarlar. Asıl mesele, farkında olmadan varsaydığımız, sorgulamadığımız ve “otomatik pilotta” yaşadığımız hayatın içindeki anlamı görebilmek ve bu anlamı bilinçli bir seçimle inşa edebilmektir. Üniversite konuşmaları da yalnızca bilgi ve başarıyı kutsamakla yetinmemeli; dinleyicilerine, gündelik hayatın ve alışkanlıkların altında saklı olan gerçekleri sorgulatmalı, bilinçle yaşama cesareti ve sorumluluğu aşılamalıdır. İşte “bu su” ifadesiyle Wallace’ın vurguladığı gibi, esas olan gözümüzün önünde ama çoğu zaman görünmez olan gerçekliğin her an içinde farkındalığı sürdürebilmektir.
Bu tür konuşmaların yaygınlaşması, üniversitenin........
© Birikim
