Kaburgadan Bir Kafes
Laura Lima
Bir yılbaşı ertesi henüz şafak sökerken, sokaklar daha kargaların, kedilerin ve çöp toplayıcılarının mekanıyken, yola düşmüş söylene söylene işe yetişmeye çalışıyordum. Uykusuz ve yorgundum. Sokağı döner dönmez karşıma çıktılar.
Sanki sabah pusunun içinden hayata akan mucize gibiydiler. Üçünün kafasında da yaldızları dökülmüş kırmızı yılbaşı şapkaları vardı. Sabah nemiyle yumuşamış karton şapkalar çenelerinin altından kirli lastiklerle sıkı sıkıya bağlanmış ve sadece ikisinin çenesinde jilet kesiği gibi kırmızı iz bırakmıştı. İç titreten ayaza karşılık üstlerinde ince, eski püskü kazakları, kenarları patlamış ayakkabıları, bir de sabahın o saati için yadırgatıcı bir neşeleri vardı.
Kırmızı yılbaşı külahlı köpek neredeyse bir motosiklet kadardı. Boynuna ve gövdesine çepeçevre dolanmış yaldızlı kedi merdivenleri, yanar dönerli fır fırlar, parlak kırmızı şeytan aldatanlarla sarılı çocukların yanı sıra sakin sakin yürüyordu. Köpekle bir örnek kırmızı yılbaşı külahı takmış sekiz, dokuz yaşlarında iki çocuk ellerinde tam göremediğim bir şeyi açmaya, yırtmaya veya kapamaya çalışıyorlardı.
Ben çok eski bir masal kitabından fırlamış gibi görünen bu tablo karşısında şaşkın bakakalmışken, birden bomboş sokakta yalnız olmadıklarını fark edip bana döndüler.
Ellerinde küçük kutu sütlerden vardı, onu açmaya çalışıyor, üşümüş elleriyle kalın plastiği yırtamıyorlardı bir türlü. Sonra ayaküstü konuştuk.
Biz konuşurken köpek yanımıza uzanıp yüzünü iki koca patisinin arasına gömdü. Gövdesine dolanmış yılbaşı süslerinden ve kafasındaki külahtan çok memnun bir hali vardı. Nefes aldıkça kafasından sarkan yılbaşı külahının ucu yerdeki küçük yağmur birikintisine değip ıslanıyordu.
Kutu sütü açabilirlerse köpeğe içireceklermiş.
Hayır kapları yokmuş, kutunun üstündeki kamışla içireceklermiş
Yooo gayet de güzel içebiliyormuş çünkü daha önce de böyle içirmişler. Tabii ismi varmış; NÖVEL miş. NÖVEL demek.. yani… İşte parlak, ışıklı, hediye gibi, yılbaşı gibi bir şeyler demekmiş”
Sonra ortaya çıktıkları gibi telaşlı, hafif bir neşeyle kayboldular. Geride Növel’den dökülen bir iki parlak ipliğimsi simlerden kalmasa rüya gördüğümü zannedebilirdim. Tam bu sokakta rastlamıştım ama üç sene önce miydi on sene mi yoksa dün mü unuttum. Üçüne de bir daha rastlamadım. Bugün sergiyi gezerken aklıma geldiler.
Salt Beyoğlu bugünlerde adını ve duygusal ilhamını Güney Afrikalı yazar John M. Coetzee’nin “The Lives of Animals/ Hayvanların Yaşamı” [1] adlı kitabından alan bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Sergi kitabın kurduğu eleştirel perspektiften yola çıkarak bizi türler arasında kurduğumuz hiyerarşinin “Karanlık Ekoloji”ye [2] doğru açılan kapısından içeri bakmaya davet ediyor. Bir arada yaşama becerisini edinememiş, kibirli ve kategorize etmeye hevesli bir türün üyesi olarak sergiyi yüzümüz kızarmadan gezmek pek mümkün olmasa da türler arası uyumu nihayet kuracağımız o oyunbaz ve neşeli geleceğin vaadine inanmak istiyoruz.[3] Aksi halde türümüze ve “iyi” olmaya dair inancı tümden kaybedebiliriz ki bu dünyanın sadece kendisi için yaratıldığına inanan bir türün üzerine titrediği kibrini epeyce zedeleyebilir. Oysa buna henüz hazır değiliz.
Maria Roza
Ama şimdilik dünyayı yutacak kadar semirttiğimiz egomuzu bir kenara bırakıp sergiye geri dönebiliriz. Forum alanındaki ses kayıtları kahkaha atan fareleri, geceyle konuşan köpekleri, parçalanmış habitatlarına sıkıştırılmış türlerin, yarasaların, balinaların, çakalların birbirleriyle olan karmaşık vokalizasyonlarını fark etmemizi ve himayemize aldığımız “konuşma yeteneğinden” büyükçe bir payı hayvanlar için ayırmamız gerektiğini hatırlatıyor. Sergi bu işitsel farkındalık alanından sonra farklı coğrafyalardan sanatçıların fotoğraf, video, resim, nakış, gravür tekstil ve Mine Yıldırım’ın Hayırsızada Sürgünü’nü konu alan arşiv çalışmasıyla genişleyip büyüyerek hayvanlar dünyasıyla aramızda açılan o derin ve vahşi boşluğa işaret ediyor. En sonunda bir ucu felaketimize çıkacak bu uçurumu çağlar boyu süren sabrımızla biz kendi ellerimizle kazdık. Bununla yeteri kadar övündük mü acaba?
Coetzee’nin insan merkezli bakış üzerinden hayvanlara yönelik merhamet, şiddet ve tahakküm arasında salınan varoluş pratiklerimizi incelediği ve aslında üniversitede verdiği derslerin bir toplamı olan “The Lives of Animals”ın kahramanı Elizabeth Costello, bir sunum için Appleton Collegea’ya davet edilir. Costello sunumunu “olağanüstü” olarak nitelediği Kafka’nın “Akademi İçin Bir Rapor”[4] adlı öyküsüyle açar. Öykünün konusu, Altın Sahili’nde (şimdiki Gana) Hagenbeck adlı bir Alman şirketinin avcıları tarafından yakalanıp Avrupa’ya getirilen ve Rotpeter ismi verilen bir maymunun insana dönüşme macerasıdır. Daha önceki Gregor Samsa[5] da şahidi olduğumuz dönüşümden farklı olarak bu kez dönüşüm hayvandan insanadır. Merceğin altında hayvanın içinde saklı olan insanın kanlı dişleri ve vahşi pençeleri parlar. Bu dişler, pençeler, antenler, kuyruklar, kanatlar ve tüyler insanın içindeki hayvandan ne daha parlak ne daha kanlı ne daha sivri ne de daha sıktır.
Lin May Saeed
İnsan olma macerasını akademiye raporlayan “Rotpeter” ın bir hikâyeye konu olma şansını yakaladığı ve bir isme sahip olduğu anı Kafka şöyle anlatır; “sahildeki ağaçlıkta pusuya yatmış beklerken akşam üstü soydaşlarımdan bir sürünün arasına katılarak su içmek için sahile indim. Derken ateş edildi, içimizden bir ben vuruldum; iki kurşun yemiştim. Biri yanağımdan; bunun açtığı yara hafifti ama geride kocaman ve cascavlak bir iz bıraktı. Düpedüz bir maymunun uydurduğu, hiç de yakışık almayan o iğrenç Rotpeter ( Kırmızı Peter) adını kazandırdı bana.[6]”[i]
İnsanoğlu her şeye bir isim verdiği gibi bir yaraya ve esarete de bir isim verip “O” maymun için en münasibini seçmiştir. Yüzünde ışıldayan bu kocaman kırmızı yaraya uygun düşecek isim budur. Yara da isim de insanın hayvana vurduğu damgada birbirlerini imlerler. Rotpeter, bu ismi aldığı ve bir bakıma insanın vahşiliği ile işaretlendiği andan itibaren bütün çabasını insana dönüşmek için harcar. Kendi coğrafyasında, kendi ailesinin içinde ona seslenilen adla bir maymun olamıyorsa, Rotpeter adıyla bir insan olmaya çalışacaktır. İnsana dönüşme arzusu kaçarak özgür kalma arzusunun bile önüne geçer. Ne kaçacak ne kendini öldürecek ne de bir sirk hayvanı olacaktır. O, olabildiği kadar insan olacaktır! Bunun için de tek çıkış yolu insanı taklit ederek dönüşümünü gerçekleştireceği varyete yıldızlığıdır.
Rotpeter çok hızlı ilerleme gösterir. İnsanları taklit etmeye tükürmeyi öğrenerek başlar. Bu son derece basittir. Onu terbiye etmeye çalışanların yaptığı gibi o da terbiyecilerinin yüzüne kolaylıkla tükürebiliyordur. Rotpeter’in vahşilikten kopuşunun en güçlü işaretini işte bu tükürükler oluşturur. Terbiyecileriyle karşılıklı birbirlerinin yüzüne tükürerek o büyük medeni insanlığının içine dahil olur. Sadece ufak bir fark vardır Rotpeter suratına tükürüldükten hemen sonra yüzünü yalayarak temizler ama insanlar bunu yapmaz.
Coetzee’den Kafka’ya çıkan bu yılankavi ve sarp yol bir bakıma bize serginin nasıl bir duygu coğrafyasının üzerine inşa edildiğinin de işaretini verir. Bu işaretleri takip ederek hayvanlar dünyasından keskin bir bıçak darbesiyle koparıldığımız yere çıkarız. Üstelik bıçak vahşi olarak sınıflandırıp sessizliğe mahkûm ettiğimiz hayvanların değil bizim elimizdedir ve olabildiği kadar iyi bilenmiştir. İnsanın hayvan refahını sağlama konusunda ahlaki yükümlülüğü yokturla başlayan kesin kopuşun başında elinde neşteriyle Descartes durur.
Descartes dostu Mersenne’ye yazdığı mektuplarda Hollanda’ya her gidişinde metotlu bir şekilde teşrih işiyle uğraşmasını tuhaf bulup eleştirenler için şöyle yazar;
“On bir yıldır sık sık uğraştığım bir iştir bu ve sanırım hiçbir hekim benim kadar bu işe meşgul olmamıştır.[7] Beni domuzların öldürülmesini seyretmek için köy köy dolaşmakla suçlayan o kişi pek zayıf düşünceli bir kişi olsa gerek; çünkü şehirlerde köydekilerden çok daha fazla domuz öldürülür. Hiçbir zaman köye bunun için gitmiş değilim. Fakat sizin de bana yazdığınız gibi, anatomiye meraklı olmak bir suç değildir. Amsterdam’da bir kış hemen her gün bir kasabın dükkânına gidip hayvanları nasıl öldürdüğüne bakıyor........





















Toi Staff
Gideon Levy
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein