menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Jeopolitik Aklın Sıkıntıları

26 25
08.04.2025

Küreselleşme denilen sürecin geri gitmek veya sona ermek şöyle dursun daha da yoğunlaştığının en şaşmaz göstergelerinden biri tam da bu konudaki çığırtkanlığın nicel ve nitel artışıdır. Sürecin çeşitli muarız ve eleştirmenleri, egemenlikçiler, milli devletçiler, milliyetçiler, “komünistler”, dünyada gözden uzak pek az yer kaldığının farkında değilmiş gibi davransalar da “uluslararası ilişkiler” veya “jeopolitiğin” akademiden medyaya, parti kongrelerinden köy kıraathanelerine kadar bütün tartışma ortamlarının en popüler ve canhıraş konusu haline geldiğini görmüyor olamazlar. “Jeopolitik akıl” diyebileceğimiz bir düşünme, hesaplama ve arzulama tarzı, düne kadar farklı hatta karşıt görünen siyasi akım ve ideolojilerin birbirine değmesini ve benzemesini sağlayan geçer akçedir artık. Bu aklın tutku ve fantezilerini sadece Milli Savunma Üniversitesi Alpaslan Savunma Bilimleri ve Güvenlik Enstitüsü’nün çıkardığı Savunma ve Güvenlik Araştırmaları Dergisi’nde değil, 90’lı yıllardan beri çeşitli ulusalcı mizah dergilerinde, “sol” ve sağ edebiyatta, “sol” ve sağ günlük basın ve periyodik yayınlarda, yerli dizilerde ve elbette TV kanallarının emekli asker, istihbaratçı ve diplomatlardan oluşan gedikli yorumcu kabilesinin aralıksız konuşmalarında da izleyebilmekteyiz.

Bir zamanlar sosyal bilim okuyan ve akademik kariyer yapmak isteyen başarılı üniversite öğrencileri, yolun bir yerinde şu tercihle de karşı karşıya kalırlardı: uluslararası ilişkiler mi yoksa tarih mi? İkincisinin kişiyi birincisinden muaf (ya da münezzeh) kılmadığını gösteren en yakın örnek, akademiye kıraathane ve pehlivan tefrikası kontenjanından katıldığı izlenimini her geçen gün güçlendiren İlber Ortaylı’nın Hürriyet gazetesindeki jeopolitik yazıları. Aşağıdaki pasaj, geçen Şubat ortasında yapılan Münih Güvenlik Konferansı üzerine yazılmış.

Geleceğin kavgası -Allah korusun- kesinlikle Avrupalıların yanında yer alacağımız bir savaş olmamalıdır. Hatta böyle bir savaşta bağımsız ve tarafsız kalmamız en mantıklı yoldur. Şayet zorlanacak olursak, savaşa ancak en uygun zamanda, son günün son dakikasında girmeliyiz. İkinci Dünya Savaşı’nda bu tavrı gösterdik. Birincisinde ise ülkeyi mahvettik. Aynı hata, Avrupa’nın yanında yer alarak tekrarlanmamalı (…)

Şu bir gerçek: Bugün Avrupalılar, artık İsveçlilerin ağzıyla Türk ordusunun savaş gücünden bahseder oldular. Tabii, bu savaş gücü sanayi ile de desteklenecek. Doğrusu, bu gücü onların emrinde harcamak akıl kârı değil. Gelecekte bu durum Türkiye’ye kazanç sağlayacaktır. Eğer “Savaşta kazanç sağlamak ayıptır” diyorsanız, bu savaşa dâhil olmak daha da büyük bir ahmaklık olur. (23/02/25)

Ortaylı, mutasavver bir dünya savaşını Avrupa’nın değil, başka büyük güçlerin, mesela bir ABD-Rusya ittifakının, veya belki ABD’siz bir Çin-Rusya ittifakının kazanacağına inanmış olmalı ki, “kesinlikle” Avrupa’nın karşısındaki blokta yer almamızı, en azından Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nın sonunda yaptığı gibi savaşa son anda ve tabii kazanan(lar)ın safında katılmamızı önermekte. İnsan düşünmeden edemiyor, bu tercihte “İlber Hoca”nın kendi özel mesleki sancıları da rol oynamış olabilir mi acaba, tarihçiliğine uzunca bir süredir Doğu Avrupa, Rusya, Azerbaycan ve Orta Asya dışında pek itibar edilmediğini hesaba katarsak? (Nitekim Yalçın Küçük onu Türkiye’nin en iyi tarihçisi sayıyordu.) Ne olursa olsun, Ortaylı’nın da Trump’ın ikinci gelişinden belli bir memnuniyet duyan,........

© Birikim