menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Öğretmen Josef K.’lar

12 19
26.04.2025

Proje okullarına yapılan atamalar meselesi dolayısıyla, öğretmenlerin uzun süredir maruz kaldıkları haksızlıkların kamuoyunda daha fazla tartışıldığı bir süreç yaşadık. Proje okullarına Milli Eğitim Bakanı tarafından yapılan atamalar sonrası, birçok okulda yirmi bine yakın öğretmenin başka okullara sürgün edilmeleri ve eğitim sendikalarının atamaların iktidara sadakate göre yapıldığını öne sürmesi[1], hâlihazırda şeffaf yürütülmeyen sürecin daha fazla sorgulanmasına yol açtı. Hangi projelerin gerçekleştiriliyor olduğu takip edilemeyen proje okullarında[2] görev alacak öğretmen ve yöneticilerin bizzat Milli Eğitim Bakanı tarafından seçiliyor olmaları, Cumhurbaşkanı tarafından icra hususunda yetkilendirilen Milli Eğitim Bakanı’nın atama kriterinin kamuoyunca sorgulanmasına sebebiyet verdi. Binlerce öğretmeni etkileyen bu sürecin ve öğretmenleri Josef K.’lara dönüştüren bu düzenin elbette arka planı var. Dünya genelinde yükselen aşırı sağın, eğitim kurumlarını Kafkaesk bir yapıya büründürdüğüne dair kimi tartışmalar yapıldı[3]. Elbette yerinde bir tespit, fakat bu makalede ben, Türkiye’ye odaklanmakla yetineceğim.

2016 yılından bu yana Türkiye, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) arasında kurulan aşırı sağ koalisyonla ideolojik bir dönüşüm geçirdi[4]. Milliyetçi-popülist iş birliklerine yönelik küresel bir eğilimi yansıtan bu ortaklık, eğitimi ideolojik hâkimiyet kurmak için kilit bir araç olarak kullandı[5]. AKP hükümeti, eğitimi kendi vizyonuyla uyumlu hale getirmek için, başlangıçta 2024-2025 yılları için tasarlanan ancak bu dönemin ötesine el atan uzun vadeli bir proje olarak tasarlanmış Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli müfredatıyla kapsamlı reformlar gerçekleştirdi.

Bu reformlar doğrultusunda, yeni tasarlanan müfredatı uygulayabilecek öğretmenleri yetiştirmek üzere, Milli Eğitim Akademisi kuruldu. Akademi, öğretmen adaylarının ‘’etik ve erdemli’’ davranışlarla müfredata uymalarını ‘’öğretmeyi’’ amaçlıyordu[6]. Eğitim fakültelerinden mezun olmalarına rağmen, öğretmen adaylarının Milli Eğitim Akademisi'nde ders almaları gerekli addedildi. Kayıt yaptırabilmek için, Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu'nun zorunlu kıldığı soruşturmalardan ve arşiv kontrollerinden geçmeleri gerekiyordu[7]. Bu kontrollerden geçemeyenlerin devlet okullarında öğretmenlik yapmalarının yanı sıra özel kurumlarda öğretmenlik yapmaları, okul açmaları veya okulla ilgili girişimlere ortak olmaları da yasaklandı.

Güvenlik kontrollerine ek olarak, adayların, 2024 yılında yenilenen Öğretmenlik Meslek Kanunu gibi, bu soruşturmalara ilişkin prosedürleri detaylandıran mevzuat metinleri hakkında da kapsamlı bilgi sahibi olmalarını gerektiren bir sınavdan geçmeleri şart koşuldu. Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu, Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname’ye dayanıyordu[8]. Bu kanun hükmünde kararname, 15 Temmuz 2016'daki başarısız darbe girişiminin ardından çıkarılmış ve Türkiye'nin kamusal alanına daimî bir olağanüstü hâl rejimi yerleştirmişti[9]. Böylelikle Türkiye, kanun hükmünde kararnameler aracılığıyla işletilen ve parlamenter süreçleri büyük ölçüde önemsiz hale getiren yasal-istisnai bir rejim altında yönetilmeye başlandı[10]. Olağanüstü hâl süresince Bakanlar Kurulu çeşitli kanun hükmünde kararnameler çıkarttı. Bu kanun hükmünde kararnamelere dayanılarak, kapsamı siyasal duruma göre yorumlanan ‘’terör örgütlerine’’ üyelik, mensubiyet veya iltisak iddiasıyla kamu görevlileri görevlerinden ihraç edildi. İhraç edilenlerin yirmi sekiz bin yüz altmış üçü Millî Eğitim Bakanlığı'nda çalışan ve çoğunluğu öğretmen olan memurlardı[11].

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), kamu görevinden ihraç edilen ve bir ‘’terör örgütüne’’ üye olduğu iddiasıyla mahkûm edilen öğretmen Yüksel Yalçınkaya'nın başvurusuna ilişkin kararında, ilgili mevzuatın aşırı geniş ve keyfi bir şekilde yorumlandığına ve "kanunsuz ceza olmaz" ilkesinin ihlal edildiğine hükmetmişti[12]. Yalçınkaya kararı, yalnızca Türkiye'nin olağanüstü hâl dönemindeki yasal uygulamalarının ayrıntılı eleştirisi açısından değil, aynı zamanda hukukun üstünlüğü ve hukuki öngörülebilirliğe ilişkin daha geniş sonuçlar açısından da dönüm noktası niteliğinde bir dava olarak görülmeye başlandı. Olağanüstü hâl Temmuz 2018'de resmen sona ermiş olsa da kanun hükmünde kararnamelerin yerini, meşruiyeti Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne dayanan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri aldı[13].

Kalıcı Olağanüstü Hal

Türkiye'de öğretmenlere yaşatılan hak ihlalleri, ülkenin 2018 yılında resmen parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçmesinden itibaren önemli ölçüde yoğunlaştı[14]. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişin ardından, Millî Eğitim Bakanlığı da dâhil olmak üzere bakanlıklar doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlı yürütme organları olarak yeniden yapılandırıldı. Millî Eğitim Bakanlığı sadece kanunla öngörülen görevleri değil, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle verilen görevleri de yerine getirmekle yükümlü kılındı[15].

Eğitim politikalarının son derece merkezi karar alma mekanizmaları aracılığıyla oluşturulmaları, Türkiye eğitim sisteminde antidemokratik uygulamalara ve insan hakları ihlallerine ‘’katkıda’’ bulundu. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi vasıtasıyla aşırı merkezileşme, Saray'daki küçük bir danışman grubunun eğitim politikalarını sıkı bir şekilde kontrol ettiği Cumhurbaşkanlığı Ofisi'nde gerçekleşen karar alma süreçlerinin tekelleşmesiyle sonuçlandı[16]. Bu durum, Verba'nın[17] ‘’istismarcı sızma’’ (exploitative penetration) olarak tanımladığı, devlet gücünün kurumsal alanlara yetkilendirmek için değil, siyasi amaçlar doğrultusunda kontrol etmek ve hükmetmek için girdiği bir duruma sebebiyet verdi.

Sendikaların, eğitim komisyonundaki muhalefet partilerinin ve eğitim fakültelerindeki akademisyenler ve öğrenciler de dâhil olmak üzere eğitim alanındaki diğer paydaşların muhalefetine rağmen, Öğretmenlik Meslek Kanunu, aşırı sağ iktidar koalisyonu tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edildi. Bu kanunun çeşitli maddeleri, milli güvenliğe tehdit olarak belirlenen veya ‘’terör örgütü’’ olarak etiketlenen grupların siyasi görüşleri doğrultusunda propaganda yapmak, gösteri düzenlemek veya protestolara aktif olarak katılmak gibi işten çıkarılma kriterlerini ortaya koyuyor. Kanunun bu maddeleri, toplumun tüm kesimlerinde siyasi muhalefeti bastırmak için giderek daha fazla kullanılan, geniş kapsamlı Terörle Mücadele Kanunu (No. 3713) ile iç içe geçmiş bir halde. Türkdoğan'ın[18] belirttiği gibi, Terörle Mücadele Kanunu, muhalefeti susturmak ve kriminalize etmek için en cezalandırıcı haliyle uygulanan bir mekanizma oldu.

Öğretmenlik Meslek Kanunu'nun yürürlüğe girmesinin ardından kimi öğretmenler, toplumsal cinsiyet dersi vermek gibi gerekçelerle açığa alındılar[19]. Bu gelişmeler, Wodak'ın[20] aşırı sağın korku siyaseti inşa ettiğine dair yorumlarıyla açıklanabilir nitelikte. Aşırı sağın kıskacında devlet, güvenlikleştirmeyi rutin yönetişimin içine yerleştirerek, bireylerin sistematik olarak yasal korumalardan mahrum bırakıldığı bir iklimi teşvik etmekte ve sürekli siyasi kontrol için acil durum önlemlerini araçsallaştıran otoriter bir yörüngeyi güçlendirmekte.

Bu durum, Agamben’in[21] ‘’istisna hali’’ olarak tanımladığı yönetim tekniği ile hayli uyuşuyor. Agamben’in belirttiği üzere, modern devletler, istisna halini teşkil eden yönetim biçimini kurumsallaştırarak, anayasal normları sürekli askıya alabilen bir yapı oluştururlar. Bu hal, hukukun olağan işlemesiyle değil, onun askıya alınmasıyla yönetim kuran bir devlet formuna işaret eder. Bu aynı zamanda, bireyin biyopolitik varlığını da doğrudan düzenleme biçimidir. Agamben[22], Josef K. ‘nın ruh halini yorumlarken başvurduğu ‘’öz iftira’’ kavramıyla aslında, bu biyopolitik düzenleyişin neticesini Josef K. üzerinden serimliyordu. Öz-iftira, hukukun özneyi biçimlendirme tarzına dair daha geniş bir alegoriyi temsil ediyordu. Öyle bir noktaya geliniyordu ki, birey, kendini var olmayan bir suçla suçlayarak, kendine etik/jüridik şiddet uyguluyordu. Sistemin içinde, kimi gerekçelerle ses çıkarmadan devam etmeyi seçen öğretmenlerin, dışarıdan gelecek şiddete karşı dayanıklı olabilmek ve sistemde kalabilmek adına, kendilerine karşı daha yoğun bir psikolojik şiddet uygulayıp uygulamadıkları tabi ki saha araştırması konusu…

Güvenlik Habitusu Olarak Öğretmen Akademileri

2024'te tanıtılan Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli müfredatı, Türklüğü ve İslam'ı en uygun yaşam biçimleri olarak sunuyor[23]. Tarihsel amnezinin damgasını vurduğu bu dışlayıcı sentez, Türk-Müslüman vatandaşları kültürel iddialar yoluyla ortak bir tarihsel kökene bağlayan milliyetçi bir vizyonu pekiştirmekte. Bu müfredatın uygulanmasını sağlamak için hükümet, sadece öğretmen eğitimini düzenlemekle kalmayan, aynı zamanda öznel performans değerlendirmeleri, güvenlik geçmişi kontrolleri ve sadakat değerlendirmeleri yoluyla ideolojik tarama mekanizmalarını kurumsallaştıran Milli Eğitim Akademisi Kanunu'nu düzenledi[24]. Bu tarama mekanizmaları, mülakat panellerini, öğretmenlerin "başarısını" muğlak kriterlere göre değerlendirme yetkisine sahip müfettiş atamalarını ve mesleki yeterlilik yerine ideolojik uyumluluğa öncelik veren güvenlik süzgeçlerini kapsamakta. Suiistimale açık olan bu kanunun 34. maddesi, öğretmenlerin hem akademi eğitimleri süresince, hem de eğitimin ardından müfettişler tarafından başarısız bulunmaları halinde, genel idari hizmetler kategorisindeki uygun pozisyonlara yeniden atanmalarını öngörüyor.

Böylece eğitim müfettişinin rolü, mesleki gözetimden siyasi yaptırım rolüne doğru dramatik bir şekilde kaymıştır denilebilir. Müfettişlere talep üzerine tüm belgelere, kayıtlara ve gizli bilgilere sınırsız erişim hakkı tanındı[25] ve herhangi bir yasal gerekçe olmaksızın bu belgelere ulaşmak bir gereklilik haline getirildi. Bu bağlamda müfettiş, pedagojik rolünün ötesine geçerek........

© Birikim